KİTAP 1: Babalar ve Oğulları. Turgenyev

Koca yaz geldi geçti. Bu hafta Türkiye’de yaz tatilinin son haftası. Gelecek hafta okullar açılacak ve yüzbinlerce çocuk özellikle arkadaşlarını ve öğretmenlerini görme sevinciyle okullarına koşacak; kimi geçen seneki eski, kimi de yeni sırt çantasıyla; kimi babasının yeni çektiği son model ne bileyim, ne marka neyiyle, kimi de beslenmesinde iki dilim meyveden de yoksun olarak!

Ya dersler? Kimisi hayat için çok gerekli, çoğu ise evde de öğrenilebilecek içeriklerden oluşmuyor mu?; Ya o kimi gerekli ve çoğu da gereksiz Ev Ödevleri?

Toplum Sözleşmesi’nin yazarı, Natüralizmin kurucu babası Fransız filozof ve pedagog Rousseau, Emile ya da Eğitim adli pedagoji başyapıtını “Tanrıdan gelen tüm güzellikler, insan eli değince çürümeye mahkûm oluyor. […]. Şu okullar olmasa çocuklar hayatı ve tabiatı çok daha iyi öğrenir, dolaysıyla kendilerini daha iyi tanırlardı” mealinde bir sözle açar. Okulun yıldırıcı, demotive edip bezdirici; doğuştan gelen merak ve öğrenme içgüdüsünü köreltici etkilerinden yakınan Seneca’da, ta ansiyen dönemde “Non scholae, sed vitae discimus” ya da “Ögrenme okul için değil, hayat içindir” diyerek “aynı konudan şikâyet ediyordu. (bkz. Not 1). 

Yani ikbin yıldır değişen bişey yok demek ki.

Hepsi amenna.

Ezelden beri var olan tüm bu anti-pedagojik yaklaşımlarda su götürmez, duru bir gerçek nüvesi de mevcut kuşkusuz. Özellikle de Türkiye’deki adeta yap-boz tahtasına çevrilmiş okul müfredatının, işlenmeye hazır, kimbilir nelere kadir, pırıl pırıl genç beyinlere verip veremediklerini, yokedip körelttiklerini de göz önüne aldığımızda.

Ancak, okumadan, okula gitmeden, ögrenmeden de olmuyor. Hele de giderek karmaşıklaşan ve herşeyin artık okulda, daha doğrusu okul çağında öğrenilen (öğrenilmesi gereken!) kültürel kodlar haline geldiği günümüz toplumunda.

Şöyle diyelim: çocuklar belki de okul sayesinde değil, okula rağmen bişeyler öğrenip, okuliçi veya dışı dijital dünyanın imkanları ve akran grubu içi etkileşimlerle donanarak, bir nebze de olsa hayata yan kapıdan girme becerisine kavuşuyorlar.

Gençliği, üstünde üniversite yazan ve yarıdan çoğunun işsizliğe hazırlamaktan başka bir işlevinin olmadığı kurumlara sokuncaya dek, bizim zamanımızda olduğu gibi, içinde, kendi meslek erbabı olan öğretmenlerin çalıştığı türden meslek okullarına yönelterek hazırlasalar, toplumsal problemlerin önemli bir bölümü bertaraf edilmiş olur.

“Okuma” diyerek asıl olarak okula gitme kastıyla, konuyu epey uzattık ve asıl meselemiz olan “kitap okuma” temasından biraz uzaklaştık.

“Okuma” işi zira, sade okulda okumayla, “okumuş adam” olmakla sınırlı olmadığı gibi okuyarak illa da bişey ögreneceğim diye yapılan bir etkinlikte değil şüphesiz.

Kimi psikoanalitik yönelimli ruhbilimci ve psikiyatrlara göre, güzel bir kitaptan alınan zevk, bir tür anti-depresan etkisi yaratarak, (potansiyel) ruhsal sorunların (önleyici) regülasyonuna önemli katkılar sağlamakta, sağlıklı kişilik gelişim ve oluşum surecinde paha biçilmez verimler yaratmaktadır. (bkz. Not 2)

 

Tavsiyelerden hareketle ve kendi zevk ve edebi kriterya süzgecinden de geçirerek seçilen bir hikâye, essay veya romanın nelere kadir olduğunu, bize neler kattığını çoğumuz biliriz. Roman kahramanıyla özdeşleşip, okunanın yarattığı hayal ve imgelem dünyasında gezerken, çeşitli kaygı, kuşku ve endişeleri adeta askıya alıp, bol bol serotonin üretilen bir haleti ruhiye içine girdiğimizi farkederiz. 

Her neyse, zaten bunları bilen ya da okumayı seven bilir. Ve geçtiğimiz yaz tatilinin boş zamanlarında da okuyan zaten okuyacağını okumuştur.

Halen ne okusam diye tereddüt edenler için de bu köşede zaman zaman önerilerim olacak.

Tatilin bu okul öncesindeki son haftası için önereceğim ve çoğu okurun daha önceden tanıdığını ve büyük bir olasılıkla yıllar önce okuduğunu varsaydığım ilk romanımızı, Turgenyev’in Babalar ve Oğulları’nı telgraf stiliyle kısaca özetleyelim.  

Yaklaşık ellibeş yıl önce, tam da zavallı babama karşı isyan bayrakları çektiğim ve DELİkanlılık öncesi yeniyetmelik sancılarının başladığı bir dönemde; herhalde yapacak başka bişey olmadığından ve can sıkıntısından olsa gerek, ikinci kez okuduğumda bile pek bişey anlamamıştım. Turgenyev’in Babalar ve Oğulları.

1830’ların toz-toprak-pıtrak kokulu feodal Rusyası dekorunda işlenmiş kuşak çatışması temalı muhteşem bir eser. Bir yanda aksırıp tıksırıncaya dek yiyen ve eğlenen çarlık aristokrasisi ve saray hayatı, öte yanda sömürü ve talan altında yaşanan içler acısı yoksulluk, açlık ve yokolmaya yüz tutan toplumsal ahlak. Bu dekorda paradokslar ustası Turgenyev, bir yanda toprakağası, ancak her ne hikmetse liberal dünya görüşlü ve bu sebeple de köylülerine (marabalar aslında) daha insanca davranan baba Nikolay ile öte yanda artık çevrelerinde gördükleri kiliseci-aristokratik-oligarşik ahlaksızlığa dayanamayarak girdikleri distopik-nihilist ruh haliyle yalan-dolan-yıkım-kan-revan kokulu çıkmaz sokaklarda çıkış arayan gençliğe mensup iki oğlan, Pavel ve Arkadi.

Bu romanda Turgenyev sanki iki yüzyıl sonrasının az gelişmiş toplumlarını anlatır gibi. Bir yandan kapitalizmin çöreklendiği, yani Piyasa’nın kutsallaştırıldığı, tüketimin yeni değer sistemleri, insan ilişkileri ve davranış biçimleri yarattığı ve dayattığı, tefeciliğin norm(al) hale geldiği, dolayısıyla tüm temel ahlak kurallarının soluklaştığı bir toplum, öte yandan da feodalist, ağa-maraba tarzı yaşam biçimlerinden ve üretim ilişkilerinden de henüz kopamamış liyakata dayalı ve başarının (merites) belirleyici olduğu meritokrasi yerine, sadakata dayalı ve “efendi-köle” ilişkilerinin belirleyici olduğu kleptokrasi temelli bir toplum.

Evet bu kitabı ben ilk ellibeş yıl önce, henüz bilinçsiz çağlarımda, ortaokul sıralarında okumuş, pek bişey anlamamış, daha sonra da yirmi yirmibeş yıl önce, haliyle genişlemiş bir edebi ufuk ve oturmuş bir dünya görüşü vizöründen bakarak yeniden okumuş, uzun zaman etkisinde kalmıştım.

Bizim Veletler, şunun Türkçesini de okusunlar diye Türkiye dönüşü kitabı alıp getirdim. Ama okuyan kim? Belki sonra bakarlar dursun bir köşede. Referans dili Hollandaca veya İngilizce olduğundan Türkçe okumak edebi sabır ve fazladan bir enerji gerektiriyor.

Bizim evde su anki durum ne mi?

Baba’nın dönüşte, kitaplar yanında anavatandan getirdiği balabanı (duduk) “bu nedir ya?” dedikten sonra alıp öttürmeye başlayan Amerika yılgını klarnetçi küçük oğlan Taylan ile köşede ilgi bekleyen sazı kapıp, hadi bakalım bi memleket havası estirelim diyen büyük oğlan Emre. Ve udu akortsuz olduğu için ancak olmayan sesiyle buram buram Anadolu kokan Gesi Bağları’na eşlik etmeye çabalayan bir baba.

Bak bu da güzel bişey: birlikte evde, saz ve sözle türkü söyleyip, Anadolu havası estirmek. Herşey okumakla da olmuyor yani!

Sözün özü Nazım’ın dediği gibi: ben ölen babamdan ileri, şurda çalan çalgıcı veletlerimden geriyim. Ve de memleketini sevdiği için her türlü şahbaz-bağnaz oluşumlara karşı olan aydınlık gelecekli bir vatanın sadece bir neferiyim.

Sözün özü: Herşey çok güzel değil, sadece normal olsun yeter. O da olur bir gün inşallah.

NOT 1

Aynen Filozof İmparator Marcus Aurelius gibi, Seneca’da Roma Stoacılığı’nın ve aynı zamanda Kuşkuculuğun, önemli temsilcilerinden biridir. Stoacılık ya da Stoizm, “akılla, yani LOGOS’a göre hareket etmek”, “doğaya uygun yasamak”, “erdemli bir yaşam sürmek, yani ETHOS sahibi olmak”, “öfke, korku, hırs, vb. gibi aşırı duygulardan kaçınmak, yani PATHOS sahibi olmak”, vb gibi ilkelerden hareket eden bir felsefi akım, klasik bir yaşam biçimidir. Günümüzde de bu tarz düşünce kimi psikoloji kuramlarına (mesela Bilişsel Davranışçı Psikoterapi) yön verdiği gibi, günlük yaşamda da stres yönetimi, sabırlı olmayı, kendiyle barışık yaşamayı ögrenme veya zor durumları kabullenme, dayanıklılık kazanma vb gibi alanlarda da kullanılmaktadır.

Seneca Kuşkuculuğun da temsilcisi olarak, okulun faydasına inanmıyordu: "Her etkinlikte olduğu gibi, derslerimizde bile ölçülülük erdeminden yoksun kalıyoruz: hayat için değil, okul için öğreniyoruz." diye okul kavramını eleştiriyordu. Yani: “Non vitae, sed scholae discimus” diye başladığı Lucilius'a Mektuplar adlı denemelerinin başında “Non scholae, sed vitae discimus”, Ya da “Okul için değil, hayat için öğrenmemiz gerekiyor” diye öğütler veriyordu.

Not 2: Jacques Lacan, bu psikoanalitik yönelimli ruhbilimci ve psikiyatrlardan biridir. Özetle: İçinde bulunulan ruhsal sorunları asgariye indirmek veya zamanla aşabilmek, bunların semptomlarını ortadan kaldırmaktan çok, kişinin kendi öznel gerçeğini keşfetmesiyle mümkündür. Bu terapi süreci içinde de kişinin başkalarının arzu ve istekleri, toplumsal beklentiler, yerine kendi arzu ve emelleri ile temas etmeyi öğrenmesi gerekir.

Bizim konumuz bağlamında ve Lacancı Terapi vizöründen bakarak, zevk alarak okunan bir kitabın yarattığı tefekkür hali, kitabın içine sürüklediği imgelem, hayal ve beklenti dünyası, kişinin, okuyucunun kendi öznel gerçeğini keşfetmesine yardımcı olmaktadır diye özetlenebilir.

OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ