Hüseyin SUSAM

GEZİ NOTLARI 1.4. PAX AMERICANA: ÇATIRDAYAN ÍMPARATORLUK AMERİKA

John Steinbeck’in izinde. 3. rota: Kuzeydoğu Kıyıları, Kuzey Ormanları. Temmuz- Ağustos 2019

New York’tan çıktıktan sonra gezinin bu üçüncü güzergâhında uğrayacağımız yerler, Atlas Okyanusu kıyısındaki özellikle orta ölçekteki kuzey ve kuzeydoğu kasaba ve kentlerinden oluşuyor. İngiliz kolonyalizminin tüm izlerinin halen tüm canlılığıyla görülebildiği bir bölge burası. Kuzeye doğru sırasıyla Connecticut, Rhode Island, Massachusetts, New Hampshire ve Maine eyaletlerini içine alan bu bölge ta o zaman İngilizlerin adlandırdığı gibi halen New Engeland diye biliniyor. Aşağıdan, güneyden, ta Miami, Orlando, Washington’dan gelip New York’tan kuzeye doğru daha binlerce kilometre uzayıp giden, kimi yerleri, özellikle de çürümeye yüz tutmuş köprüleri Nuh zamanından kalma, 95 nolu otoyol güzergâhının bu bölümündeki kasaba ve kent isimlerine bakılırsa; mesela New Haven, New London, Newport, vb. gibi, bu bölgeye neden New Engeland dedikleri de daha iyi anlaşılır. Uzun sürmemiş, bu “Yeni İngiltere” hevesi de kursaklarında kalmış. Her neyse.

Bu rotada, önce Boston’a varıp konakladık. Daha sonra da Plymouth, Salem, Gloucester, Portland, Agusta, Bar Harbour, vb. gibi irili ufaklı ancak tarihsel bir arkaplanı olan kasaba ve kentlere uğrayıp, bakıp gezip gördükten sonra kıyıları terkedip ormanlık iç bölgelere doğru devam ettik.

Bu yöre, bölge müzelerindeki tablolara da yansıdığı gibi, 1773 yılında başlayan Amerikan Bağımsızlık mücadelesinin yaşandığı alanlar ve ordan kalan izlerle dolu.

Ancak oralara varmadan ve izlenimleri anlatmaya başlamadan, hem küçük oğlum Taylan’ı ziyaret edip hem de birlikte bu geziyi yapmak üzere üçüncü kez geldiğim bu Amerika’da etkisinden sıyrılamadığım bir de-ja-vu hissini de belirtmeden geçemeyeceğim; sanki ben bu baba-oğul gezilerini daha önce yasamıştım. Ama nerde ve ne zaman? New York-Boston otoyolunda, bunları düşünüp aheste aheste seyrederken, sınırlı ekonomik imkanlar içinde geçen çocukluğum ve orta dereceli okul yıllarıma daldım gittim. 70’lerin başında ben yatılıda okurken, babam Ankara yolculuğu esnasında yemek molası veren otobüsten iner, lise pansiyonuna gelir, bakıp, kontrol ettikten ve öğütlerini de sıraladıktan sonra aylık harçlığımı da verip, tekrar dönerdi otobüs mola yerine. Alma Mater’im, rahmetli annemin de yüksek feraseti sayesinde, bir öğretmen maaşıyla 6 çocuk besleyip, okutup eğiten muhterem babam, ruhun şad olsun!

Bir çeşit kuşaklararası deformasyon mudur, nedir, ki de-ja-vu hissine sebep olan da bu; şimdi ben de babamın o zaman yaptığının aynısını yapıyorum sanki. Ancak tek bir farkla: babamın bindiği Ses Turizm’in içi cıgara dumanlı (o zaman öyleydi) mazotlu otobüsüyle 5-6 saatte gidilen Boğazlıyan-Ankara arası, çileli fakat sohbet ve muhabbet dolu neşeli yolculuğu gibi ben de Delta Airways’in Jumbo jetiyle 10 saatte okyanusötesi Amsterdam-Boston seferiyle küçük oğlan Taylan’ı ziyarete gidiyorum. Ve bu filozof Kant’ın Ahlak Felsefesi üstüne doktora yapan çocuğa, babalık refleks / kompleksleri dışında verebilecek ne bir öğüdüm ne de harçlık diye Brown Üniversitesi ful bursuna ekleyecek fazladan bir param var. Nasıl aldı bu bursu; Hollanda üniversiteleri yetmiyor muydu, Amerika da nerden çıktı bahsine dair yazı dizisinin ilk bölümünde etraflıca bilgi vermiştim. (Bkz. Gezi Notları 1.1).

Keşke gitmeseydi, Boğaziçi’nde devam etseydi diye de hayıflanıyorum zaman zaman. Çünkü şimdi, altı yıl sonra birkaç candan dostu ve arkadaşı dışında, hele de bu Trump meczubunun yeniden işbaşına gelmesiyle Taylan’ın da nefret ettiği, yaşanması çok zor bir ülkeye dönüştü bu, kendi deyimiyle “üçüncü dünya ülkesi” Amerika. “Üçüncü Dünya Ülkesi” tiplemesine, buraları yakından görüp tanıyınca ben de katıldım. Boston, New York, Providence veya daha önceki yıllarda gördüğüm, Washington, Philadelphia vb. gibi şehirlerin ana arterleri, büyük park bahçeleri, bulvar ve ana caddeleri, federal kanunlar gereği olsa gerek son derece bakımlı ve pırıl pırıl. Ancak orta ve alt gelir gruplarının, isçi-öğrenci, hispanik veya siyahların yaşadığı; umumiyeti 2. dünya savaşı öncesinden kalma mahalle ve sokaklara girince, insan kendini birden Podgorica, İşkodra ya da Sofya gibi Balkan şehirlerinin arka mahalleleri veya Ankara’nın eski Balgat veya Altındağ’ına girmiş gibi hissediyor. Bunun temel sebebi de geçmişi ta eskilere dayanan bir acayip Amerikan vergi sistemi: zengin adam kaldığı şehrin arka mahallelerinin bakımı için gerekli vergiyi vermiyor; kendi kaldıkları zengin mahalleleri ise bir çeşit kollektif fon ile ihya ediyorlar! Sosyal devlet diye bişey buralara hiç uğramamış yani.

Evet, dönelim biz konumuza ve Steinbeck güzergâhında tuttuğumuz seyir defterimize neler not ettiğimize. New York – Boston otoyolunda daldığım çocukluk yıllarımın gri renkli anlarından birden sıyrıldım, çünkü NewPort sapağına yaklaşıyorduk.

NEWPORT
Boston’a henüz varmadan, kısa bir uğrak yaparak bir yarımada üzerinde kurulu bu ilginç kasabayı görmek istedik. Hem mola vermiş oluruz hem de kiraladığımız bisikletlerle yarımadayı gezip, bacaklarımızı da açarız dedik, iyi de yapmışız. Zira bu Newport 2. Dünya savaşı esnasında Amerikan orduları başkomutanı olarak Normandiya çıkartmasını yöneten ve savaş sonrası da devlet başkanlığına seçilen General Eisenhower’ın (bkz Not 1) yazlık evinin de bulunduğu bir yarımada. Bu sebeple, yakın tarihin önemli olaylarına sahne olmuş; yarım saatlik bir bisiklet tırmanışıyla ulaşılabilen ve belli günlerde ziyarete de açık olan ahşaptan güzel bir ev burası. Newport kasabasının biraz dışındaki FortAdams eyalet parkı içinde, kimbilir kimleri ağırlamış ve nelere sahne olmuş, tüm sırlarıyla, tepede yalnız başına halen olduğu gibi duruyor.   

Eisenhower’ın konutu dışında şimdi çok yıldızlı turistik otel ve eğlence merkezleriyle bilinen Newport bölgesi esas itibariyle koloniyalizm öncesi Narraganset Kabilesi Yerlileri’nin yerleşim alanıydı. New Engeland’in birçok yerinde olduğu gibi buradaki verimli toprakları, ormanları ve kıyıları ile tüm zenginliği gören kolonistler, burda yüzyıllardır yasayan Narraganset Kabilesi Yerlilerini ve biraz daha ilerde, Cape Cod (Morina Burnu) bölgesindeki Wampanoag yerlilerini de bölgeden sürmüş ve toprakları istila etmişler. Newport’tan ayrıldıktan sonra ben halen, toprak islenişi ve verimlilik konusunda da ileri bir “teknolojiye” sahip bu Wampanoag’ların yaptığı hem yaz hem de kış için dayanıklı çadırları düşünüyordum. Orta Asya’daki Otağ tarzı çadırlara ne kadar da benziyorlardı. Ayrıca, otoyolda, o gün bu insanlara yapılan amansız kötülüklerin bugün, 21. yy ortalarına yaklaşırken, mesela Gazze’de aynen nasıl sürebildiği “muammasına” dalmış seyrederken, Boston sathı mailine çoktan girmiş ve otelimizin bulunduğu sapağa da yaklaşmış olduğumuzu farkettim. 

BOSTON
Boston, sadece uluslararası deniz taşımacılığında önemli bir pay alan devasa limanları ve Harvard, MIT gibi bilimsel ve entelektüel oluşum ve gelişimin beşiği sayılan üniversitelerinin yanında özellikle tarihi arka planı ile bilinen, Avrupai tarzda planlanmış ve benzer mantalitede insanların yaşadığı bir Kuzey Amerika kenti. Yakın tarihteki Amerikan Bağımsızlık Mücadelesi’ne ait izlere hemen her yerde rastlamak mümkün. Özellikle İngilizlere karşı burda gerçeklesen Tea Party adlı ayaklanma ve o günleri hatırlatan eşyaların saklandığı müzeyi çok görmek istiyordum. Ve tabi ilk ayaklanmaların başladığı yerleri.

Limanlar bölgesinde beyhude bir arayışla o 1773 yılında Amerikan devrimi ve bağımsızlık mücadelesinin ilk işaret fişeğinin atıldığı limanı bir türlü bulamadık. Uzakdoğu’dan gelen gemilerde yüklü çayların denize atılarak başladığı protestolarla İngiliz sömürgeciliğine karşı ayaklanan Özgürlüğün Çocukları (Sons of Liberty) adlı direniş örgütünden geriye kalanları oralarda bir müzede saklamışlar. Fredom Trial (Özgürlük Yolu) civarında, ne bileyim, sanki “mahalle muhtarlığı” binasını andıran, ahşap bir binadan yapılma bir müze burası. Onun önüne de kurtuluş örgütü önderlerinden Samuel Adams’ın heykelini dikmişler. Bu durumu hiç de anlayamadan, hayretler içinde bu küçük müzeyi gezip Adams’ın bronz heykeline bakakaldım. İngilizler artık buranın elden gittiğini anlayınca, tüm güçlerini Uzakdoğu’ya yöneltmişler, uğranan ticari zararları telafi için Britanya Doğu Hindistan Şirketi, (BIC) vasıtasıyla ve baharat ticareti paravanı altında Çin’e yüklü miktarda uyuşturucu madde (Opium yani Afyon) satısına başlamışlar. Yani tarih başka nasıl tekerrür eder bilmem!

Buralarda epey vakit kaybedip iyice de yorulduktan ve bir köşebaşı restoranında sandviç ve kahve alıp yakındaki bir parkta biraz dinledikten sonra, metroya binip, o meşhur kütüphaneleri görmek üzere Harvard’ın yolunu tuttuk. Hani insan hayatında gerçek şaşkınlığı sadece birkaç kez yaşar denir ya. O anlardan birini de ben, Taylan’ın işareti üzerine, kütüphanede baktığım online raflarından birinde görünce yaşadım. Kültürel duyarlılığın öğretmen davranışlarında ve çocuk gelişimindeki önemi üzerine yazdığım pedagoji-psikoloji ağırlıklı kitabımın ticari baskısı o devasa Widener Memorial Library adlı kütüphanedeki ekranı süslüyordu. Tabi nasıl mutlu olduğumu anlatmama gerek yok. Akşamüstüne doğru, yorgun argın çıktığımız Harvard’ın merdivenlerini üçer beşer atlayarak inip, Otelin yolunu tuttuk.

PLYMOUTH
Bu güzergâhta gördüğümüz en etkileyici kasabalardan biri de kuşkusuz Plymouth idi. Bunun ana nedeni, daha önceki bölümlerde de satır aralarında belirttiğim gibi, Hristiyan Hacılarının Mayflower adlı kadırgayla 1620 yılında Amerika kıtasına ilk çıkarma yaptığı yer olmasıydı. Çıkarma yaptıkları bölge Wampanoag adli kabilenin yerleşim alanıdır. Wampanoag kendi dillerinde “Şafak Halkı” veya “Doğu Halkı” anlamına gelir. Çünkü onlar, aynen Newport yakınlarındaki Morina burnu ve bu Plymouth bölgesi gibi gün doğumunun ilk görüldüğü bölgelerde yaşarlardı. Daha önceki bölümlerde de vurguladığım gibi Wampanoag yerlileri perişan halde karaya çıkan kolonistlere yardım eder ve dostane ilişkiler kurarlar. Bu sayede kolonistlerin ilk aylarda hayatta kalmasına yardımcı olup, her türlü desteği sağlamalarına rağmen, karşılığında ateşli silahlar zoruyla baskınlara ve büyük kötülüklere maruz kalırlar (bkz. Not 2).

Hristiyanlık yayma, misyonerlik adına yapılan yerli katliamları ve daha sonra gerçekleşecek olan köle ticaretine ilişkin kalıntı ve sembolleri inceleyelim derken epey vakit kaybetmişiz burda. Oysa rezervasyon yaptığımız, kalacağımız bir yer de yoktu bu liman kasabasında. Ayrıca bu kuzeydoğu kıyılarından ayrılmadan daha görmeyi planladığımız başka kasabalar vardı. Fazla detaya girmeden sadece uğrayıp gördüğümüz bu yerlerin adını anmakla yetiniyorum: Gloucester, Portsmouth, Portland, Agusta ve nihayet en kuzeyde kalan Bar Harbour limanı.   

Batıya doğru yönelip, orman içlerine dalmadan en kuzeyde kalan ve Jack London’ın kitaplarını süsleyen, balina avcılarının hareket limanı olan bu esrarengiz kasabayı, Bar Harbour’u da görmeyi çok istiyordum. Tüm bu yoğun gezi güzergahı sebebiyle de haliyle John Steinbeck’in 1960’ta izlediği rotadan kimi yerlerde de sapmak zorunda kaldık.

Ancak Bar Harbour’a varmadan uğradığımız yerlerden biri var ki, yazı dizimin bu bölümünü tamamlamadan o kasabaya dair bir iki cümle etmeden de geçemeyeceğim: Salem

SALEM
Adını ikinci ahit, yani İncil’den alan ve İbranice Şalom, Arapça Selam diye bilinen ve Barış anlamına gelen Salem, 40.000 kişilik bir nüfusuyla uzaktan küçük şirin bir Kuzey Amerika kasabası gibi gözüküyor. Buna mukabil, tarihe adı kara lekelerle yazılmış bir kasaba burası. Limanı, geniş kordon boyu, koloniyal mimariyle yapılmış turistik otel restoran ve kafelerinin yarattığı kozmetik cazibeye karşın, nedense iç karartan, adeta habire “git burdan” dedirten bir his uyandırıyor insanda burası. Ziyaretimizde belki de bu yüzden kısa sürdü burda. Salem, tüm bu turistik neon ışıklarının arkasında duran bir karanlıkla; tarihteki o izi silinememiş Cadı Avı ile bilinir. 1692 yılında yapılan mahkemelerde onlarca kadın cadı suçlamasıyla önce uzun işkencelerden geçirilerek buranın meydanında öldürülmüştür. 

Artık iyice yordu buralar beni. Buraları terkedip, kuzey ve kuzeydoğu kıyılarından içerilere geçerek, ormanlık ve dağlık bölgelere girme zamanı geldi. Internet’in çoğu yerde çalışmadığı, yüzlerce kilometre uzanan dar orman yollarının bulunduğu Conway bölgesi ve onu müteakiben WhiteMouintains Forest diye bilinen Beyaz Dağlar Ormanları’ndan geçtikten sonra varış durağımız Kanada sınırındaki Burlington kasabası olacak. Bu kasaba, gezi yazı dizisinin ilk bölümünde de belirttiğim gibi, beni bu geziyi yapmaya motive eden temel unsurlardan biriydi. Zira, Köy Enstitülerinin kuruluş fikrini, daveti üzerine geldiği Ankara’da Atatürk’le yaptığı görüşmeler esnasında ilk kez dillendiren filozof ve pedagog John Dewey burda doğup büyümüştü. Sanki babamla karşılaşacağım gibi de irrasyonel bir his vardı içimde.

 

NOTLAR

Not 1
Eisenhower, sıradışı kişiliğiyle ün yapmış bir komutan ve devlet başkanıdır. Savaş kazanan kahraman olarak repütasyonunu perçinlediği 1948 yılında, yani henüz devlet başkanlığına seçilmemişken, bölgedeki dengeleri bozacağı gerekçesiyle kurulan Israil devletine, sonra destek vermek zorunda kalmasına karşın, önceleri alenen muhalefet etmiş; Israil’in, Ürdün Vadisi boyunca akan Ürdün Nehri’nin yatağını değiştirerek Israil topraklarına akıtma girişimine, bölgenin tarımsal dokusuna zarar vereceği gerekçesiyle şiddetle karşı çıkmış; başkan seçildikten sonra ise 1953 yılında Israil ordusunun (daha sonraki yıllarda Sabra ve Şatiila katliamını da yöneten) Ariel Şaron komutasında gerçekleştirilen ve yüzlerce Filistinlinin katledildiği Nakba katliamına misilleme olarak Israil’i Sina Yarımadası’nı terk etmeye zorlamış ve bir bakıma bugün işgal edilen Gazze benzeri bir işgale Sina’da son vermiştir.  

Önemli detay: Tüm bu sebeplerden hareketle Amerika’da o zaman nüfuz sahibi yahudiler, 1954 yılında biraraya gelip, Israil devletini korumak ve gerekli mali ve askeri yardımlar için lobi faaliyetleri yürütmek üzere halk arasında “Yahudi Lobisi” olarakta bilinen AIPAC adlı örgütü kurmuştur. Eisenhower dönemlerinde elle tutulur bir faaliyet gösteremeyen bu örgüt daha sonraları giderek güçlenmiş ve ABD’nin Ortadoğu politikalarını doğrudan etkileyen bugünkü konumuna erişmiştir. AIPAC (American Israel Public Affairs Committee)

Not 2
Amerika’nın sömürgeleştirme tarihine ilişkin daha önceki bolümde de kullandığım açıklamanın bir özetini tekrar edeyim. 1600’lu yılların başında engizisyondan kaçarak, Kuzey Amerika’da ilk kolonileri kuran, büyük bir bölümü İngiliz kökenli ve Leiden ve Amsterdam ikametli Püritan Protestan Hristiyan Hacıları, bindikleri Mayflower adlı gemiyle şimdiki Plymouth çevresinde bir yere çıkartma yaparlar. Perişan halde karaya çıktıktan sonra, bu bölgede yaşayan Wampanoag kabilesinin destek ve yardımlarıyla ayakta kalırlar. İyi niyetleri istismar ederek, ellerinde ateşli silahlarla yerlilerinin tohumluk mısırlarını çalıp, aç bırakan bu fanatik topluluk aynı zamanda Avrupa’dan getirdikleri çiçek hastalığı mikrobuyla da bu kabileyi ve daha sonra Massasoit ve Pokanoket gibi bölge kabilelerinin nüfusunun büyük bir bölümünün yok olmasına sebebiyet verirler.

Şimdi mesele şu: Amerikan hükümetlerini iktidara getirip geri indiren, özellikle de Bush, Trump gibi devlet başkanlarını bir marionet gibi kullanan ve şu anki Gazze Katliamını finanse edip, NetanYahu’yu iktidarda tutan da bunların soyadlarından belli de olan torunları, Neo-Con diye bilinen köktendinci Amerikan Hristiyan lobisidir. Trump iktidara geldikten sonra giderek sesini yükselten MAGA (MakeAmerica Great Again) adlı yabancı düşmanı, zenofob örgütün arkasındaki güçte AIPAC lobisi yanında özellikle bu lobidir.

 

OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ