Hüseyin SUSAM

GEZİ NOTLARI 1.2: ÇATIRDAYAN İMPARATORLUK AMERİKA

John Steinbeck’in izinde. İlk rota AMSTERDAM-BOSTON-PROVIDENCE.   Temmuz 2019

Çatırdayan imparatorluk Amerika adını verdiğim ve John Steinbeck’in 1960 yılında yaptığı gezi rotasını izleyerek yaptığım seyahatime ilişkin geçen seferki girizgah bölümünde Amerika Birleşik Devletleri’nin tarihine kısa bir göz atmıştım. Bir zamanlar bir İngiliz sömürgesi olan ve 1783 yılıyla bağımsızlığına kavuştuktan sonra, aynen celladı İngiliz İmparatorluğu gibi bu seferde kendisi kısa zamanda azgın sömürgen ve emperyalist bir yapıya evrilen bu devletin anatomisini, daha doğrusu sicilini incelemeye başlamıştım. Seyahat notlarım, gözlemlerim ve açık bilgilerden hareketle Amerikan Yerlileri’nin içler acısı durumuna değinmiş, daha sonra, gezi esnasında bilfiil görme umuduyla bu insanların 200 yıl boyunca nasıl sistematik biçimde topraklarından sürülüp yokedildiğini (Soykırım), kalanlarınsa nasıl kimliksizleştirilip hristiyanlaştırıldığını (Kökkırım) kısa kısa, telgraf stiliyle ve fakat tarihsel belgelerle destekleyerek anlatmıştım.

Bu bolümde bıraktığım yerden devam edip, projektörü bu kez yerlilerden başka bir gruba, yaklaşık 400 yıldır, Amerika’nın kuruluşundan sonra da 200 yıldır bir zulüm altında yaşayan diğer bir azınlık grubuna çeviriyorum: siyahlar! Ta 1619’dan beri Kara Afrika’dan, Fildişi sahillerinden, hayvan sürüleri gibi kadırgaların bodrumlarına doldurularak getirilen ve yarısı yolda “telef olan” zenci kölelerin torunları. 1960’lı yıllarda Martin Luther King, Malcolm X ve Rosa Park gibi zenci öncülerin protestolarıyla başlayan vatandaşlık taleplerinden geriye ne kalmıştı? 

Ve yüz yıl önce Amerikan Anayasası uyarınca resmen yasaklanan köleciliğe ve siyahlara hak tanıyan tüm yasalara karşın halen ikinci sınıf insan muamelesinden kurtulamamış çilekeş halk yığınını kendi habitatlarında bilfiil görmek, hatta, New York-Harlem’e vardığımızda, kültür merkezi vb gibi yerler bulursam gidip incelemek istiyordum.

Ben de nihayet içinde yaşadığım bu Avrupamerkezci (Eurocentrist) batı toplumlarında, her ne kadar beyaz yakalılar alt grubuna mensubiyetim itibariyle “saygın” bir konum sahibi olsam da yaklaşık 40 yıldır azınlık statüsünde, baskın bir kültürün çizdiği kültürel kodlar ve sınırlar içinde gençliğini geçirmiş bir “göçmendim”. Bu “göçmen” tabirinden de nefret ederim! Ancak susup, bu stigmayı kabullenmekten başka çare olmadığının (yani çaresizlik durumunun) da farkındayım! Hollanda vatandaşı olup, pasaportunun sahibi de olsan, hergün her yerde en az iki üç defa maruz kaldığın ortamlarda “Hayır, ben göçmen değil, aynen senin gibi normal bir vatandaşım” diye tersleyip, alnına yapıştırılan bu etiketi protesto da etsen, aynen psikiyatriste gidip: “doktor bey, ful narkozla karnımdaki kediyi çıkardığınız için size minnettarım; sizi buluncaya kadar gittiğim tüm doktorlar nedense beni deli diye kapı dışarı etmişlerdi” diyen Dissosiyatif Kimlik Bozuklugu’nun (DKB) harap ettiği adamın durumuna düşeceğinin de farkındasın. Yani bu 400 yıllık koloniyalist gelenekleri içselleştirmiş, sıcak denizleri, Afrika’yı, Endonezya’yı, Polinezya, Tasmanya, Japonya’yı dize getirmiş ve iki dünya savaşından da güçlenerek çıkarak halen ayakta duran budunmerkezci (etnocentrist) Anglo-Sakson toplumu seni, beyaz, mavi, ya da ne renk yakalı olursan ol, nasıl kimliksizleştirip kendi egemen sosyal-kültürel şifrelerine adapte edeceğini biliyor!

Harmoni oylumlu, “yumuşak asimilasyon” politikaları uygulayıcısı Hollanda’da durum böyle en azından. Ama dünün siyah kölecisi, yerli soykırımcısı, bugünün de dışa doğru emperyalist, içe doğruysa ayrılıkçı-ayıklayıcı (separatist) yapılı Amerikasında da durum aynı mı? Amerika’da, Avrupa devletlerinin aksine kazın ayağının pek de öyle olmadığını; özellikle de Roosevelt’in iç barışı tesis etmeye dönük çabaları sonrası, yani ikinci dünya savaşından sonra uygulanan, ki buraya, baba-oğul Bushlar ve Trump’ı bırak, Obama da dahildir, neoliberal politikalarla giderek toplumun nasıl içten içe çürüdüğünü, devletin, aynen 60 yıldır bakımı yapılmayan köprüler, çatlayan otoyolları, trenyolları, vb. gibi nasıl çatırdadığını, önümüzdeki bölümlerde, bilgi ve belgelerle, gezimiz esnasında görüp şahit olduğumuz görüntülerle anlatacağız. Sözün özü: herşeyini, özellikle Çin endeksli dolar ipoteğine bağlamış, bir zamanların azamet sembolü, mağrur kovboyu, şimdiyse bükük beline rağmen sağa sola laf atıp tekme sallamaktan da geri kalmayan Sam Amca’nın yürüyecek bastonu bile yok aslında. Yaklaşık 350 milyon bir nüfusu oluşturan hane halklarının umumiyetinin, ki doğu ve batı kıyı eyaletleri biraz kapsam dışında kalmak üzere, evinde en azından bir otomatik silah bulundurduğu bir toplum bu. Herkesin herkesten şüphelenip, komşusunu bahçesinde yeni biçtiği çayır yakınına araba park ettiği için her an vurup öldürmeye hazır bir paranoyak haleti ruhiye içinde olan bir insan türünün nüfusun ekseriyetini oluşturduğu bir toplumdan bahsediyoruz yani. Ve bu toplumu maviler (demokratlar) ve kırmızılar  (cumhuriyetçiler) diye karpuz gibi ortadan ikiye bölerek ve bu kutuplaşmayı, ucuz politikalar uğruna giderek daha azgın metotlarla ateşleyen bir siyasi oligarşiden. Ve onun tepesinde, “sıkıntı verdiği için kitap okumayı sevmen […] en çok anladığım iş emlak alım satımıdır […] boş zamanlarımda en büyük zevkim oturup kendimi TV’de izlemektir” diyen türden devlet başkanlarından sözediyoruz.

Bir CNN programımda soru üzerine açıklama yapan didaktik bilimci ve bilişsel psikoloji uzmanlarına göre dışarıdan ilkokul bitirme sınavına sokulsa (yani ortalama bir yurttaşın bildiği varsayılan sözcük hazinesi, imla, coğrafya, tarih vb bilgisi bakımından) bu sınavı başaramayacağı kuvvetle muhtemel olan son dönemlerdeki Amerikan Devlet başkanlarının seçim yoluyla ta oralara nasıl gelebildiği muamması da halen tüm gizemini koruyor. Aslında mesele açık ve herkesin bildiği bir durum bu. Yani muammanın esasının aslında böylesi “entelektüel” profildeki devlet başkanları değil, onları seçen halkın kendisinin hali ahvali olduğu konusunda da aklı başında hemen hemen herkes hemfikir. Gazze’de yapılan katliamları okuyup izledikçe insan “dün ‘Kızılderili’ye’ bunu yapan “vicdan” bugün bunu Gazzeli’ye neden yapmasın; ya da yapana neden göz yummasın” demeden de edemiyor. Arkadaki “Yahudi lobisi” mi? Evet, ama işi sadece buraya bağlamak kolaycı bir açıklama olurdu. Ta ezelden beri varlığını sürdüren, şimdi politik sevk ve idare gücünü, tüm kurumsal demokratik denge ve fren sistemlerine karşın kapalı kapılar ardında sürdüren, zaman zaman Neo-Con adı altındaki düşünce kuruluşu denilen paravan örgütlerle kamuoyuna beyanatlar veren 200 yıllık Puritan Protestan Hristiyan Lobisi’ni ve köktendinci Hristiyan baskı gruplarını bilmeden Gazze’ye niye kimse ses çıkartmıyor sorusuna cevap bulamazsınız. Brown, Harvard ve Princeton gibi üniversitelerde çalışan ve Gazze protestolarına katılan vicdan sahibi tüm akademisyenlerin ve öğrencilerin de anında İstenmeyen İnsan “Persona NonGrata” ilan edilmesinin ardında yatan gerçek de budur. Tüm bu bilgileri New York Times gibi, evrensel ahlak ve vicdan sahibi donanımlı gazeteci ve editörlerin çalıştığı gazete haber ve yorumlarından elde etmek mümkündür.

Ve dönelim tekrar bu tezatlar ülkesi Amerika dekorunda bizim gezi planımıza ve izleyeceğimiz rotaya. Tabi, nasıl yaman bir çelişkidir ki, efendi-köle ilişkilerinin aynen günümüzde de her yerde egemen olduğu böylesi bir sömürgeci toplumun bağrından doğmuş, anti-sömürgeci ve özgürlükçü düşünceleriyle de tanınan filozof ve pedagog John Dewey’in doğup büyüdüğü Burlington kasabası da Steinbeck rotasında aynen yerliler veya siyahlar gibi görmeyi, gözlemleyip araştırmayı planladığım konaklama noktalarının başında geliyordu. Zira Dewey, benim babamın Köy Enstitüsü hayatı vesilesiyle ta genç yaşımdan beri adını duyar olduğum, Kanada sınırlarına yakın bu kasabada doğup büyümüş ve felsefesinin temellerini burda kaleme almıştı. Ayrıca bizim Ulusal Kurtuluş Savaşımız öncesi ve esnasında ortada dolanan Amerikan mandacılarına dair de merak ettiğim, ancak okuduğum resmi tarih yazımında detaylarına rastlayamadığım, konular vardı; buralara ışık tutabilecek tarihi bilgi ve belgeleri Burlington’da Dewey arşivinde bulabilir miydim? Dewey, bilindiği gibi, savaş sonrası, aynen diğer bilim insanı ve düşünürler gibi, Atatürk’ün davetiyle Ankara’ya gelmiş ve ona ülkenin yeniden yapılanması konusunda çok değerli tavsiyelerde bulunmuştur (bkz. Not 1)  

Sözün özü, gezecek görecek, araştırıp keşfedecek çok şey vardı. Ne var ki, bırak Steinbeck gibi 25’ten fazla eyalet geçip, Rozinante ile aylar boyu sekizbin mile (yani yaklaşık onüçbin kilometre) yaklaşan bir rotayı izlemek, sadece bu dediğim yerlere gidebilmek için bile haftalar gerekiyordu. Ve benim bu kadar zamanım yoktu.

BOSTON’A İNİŞ

Amsterdam Schiphol havaalanından öğlen üstü bindiğim Delta Havayolları’nın Jumbo jet uçağıyla, yaklaşık on saat süren bir okyanus üstü yolculuktan sonra yine öğlen üstü Boston uluslararası Logan havaalanına indim. Bir öğlen vakti çıkıp 8 saat sonra yine öğlen vakti varma durumu, tabi saat farklarıyla ilgili ve insanın biyolojik saatini de allak bullak ederek yorgunluk, iştahsızlık ve baş dönmesine sebebiyet veren ve “Jetlag” diye tabir edilen bir haleti bedeni durumudur.

Hollanda pasaportumu vermeme karşın, galiba dikkat çeken “egzotik” adımdan hareketle bir yan bakıp, iki de ahret sorusu sormadan kendini alamayan bir pasaport polisinden sıyrılıp dışarıda beni bekleyen küçük oğlum Taylan’la Boston tren istasyonundan Nuh zamanından kalma o meşhur AMTRAK trenlerine binip, akşamüstüne doğru kaldığı Providence (oku: Profidans) kentine vardık. İki gün sonra da ayağımın tozuyla, Steinbeck’in o zamanlar yaşadığı ve gezisine start verdiği New York kentine doğru yola çıktık.

Boston, hem insan malzemesi, mantalitesi, hem de kent planolojisi, mimarisi, vb bakımından aynen Londra, Brüksel veya Paris gibi Avrupa metropollerinden farksız bir Doğu kıyısı kenti. Buralarda insanlar cana yakın ve yardımsever görünümlü; laf olsun diye de olsa herkesin herkese selam verdiği, süpermarkette, kasiyerin ödemeye başlamadan nasılsınız diye sorduğu kuzeydoğu kıyıları kentlerinden biri yani.

Aynen onun gibi fantastik ögeler taşısa bile, bu gezinin Alis Harikalar Diyarında tarzı bir gezi olmayacağı baştan belliydi. Providence’de eve varıştan sonra ilk rota New York’a ordan da tekrar Boston istikametinden kıyıları izleyip sonra da Kuzeye, dağlık ve ormanlık bölgelere doğru gidilecek yerlerin, aşılacak yolların, geçilecek ve konaklanacak kent kasabaların; kısaca çizdiğim rotanın genel topografya ve coğrafyasını tespit etmeye başladığımda fark etmiştim bunu. Kimi otoyollar, ancak daha ziyade orman içi, dolayısıyla navigasyonun da yer yer çalışmadığı ara yollardan geçecektik. Kalacağımız motel veya dağ evlerini önceden ayarlama, uyku, yiyecek, su ve yakıt durumlarını her an dikkatte tutmak gerekiyordu. Eskiden, çocukluğumda Ses turizmin mazotlu Magirus otobüsleriyle yapılacak Boğazlıyan-Ankara seferi için bile rahmetli annem günler öncesi hazırlık yapardı, düşün artık!

Steinbeck’i izleyerek katettiğimiz yolları, gezip gördüğümüz doğa ve insan manzaralarını, yaşadığımız “serüvenleri” bu girizgahlardan sonra daha üç bölümlük bir yazıda ele alıp hikayeleştireceğim. Geçen seferki ilk bölüm ve bu ikinci, Amsterdam-Boston-Providence güzergâhından sonra, yazı dizimin gelecek bölümünde varan bir deyip, Providence-New York rotasını anlatacağım. Bir kiralık arazi aracıyla “Taylan’ın memleketi” Providence’ten çıkıp, beş şeritli otoyollardan geçerek gezinin ikinci rotasını oluşturan New York’a varışımız ve ordan ayrıldıktan sonra izlediğimiz rotalarda gittiğimiz yerlerde yaşadıklarımızı ve izlenimlerimi anlatacağım.

Providence’de, Brown Üniversitesi’nde Taylan’ın arkadaşlarıyla tanışıp, hoş beş ettikten ve ertesi gün bilardo oynayıp birlikte yemek yedikten sonra artık burda fazla sallanmanın bir manası yoktu. Hani ne derler bizim oralarda: “Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz”!

Not 1:
John Dewey’i ve doğup büyüdüğü bu Burlington kasabasını bu dizinin dördüncü bölümünde etraflıca anlatacağım. Dewey, gelmiş geçmiş en büyük pedagoglardan biri olduğu gibi, Peirce ve Mead gibi düşünürlerle birlikte Pragmatizm diye bilinen felsefi akımın kurucu babalarından biridir. Pragmatizm, “Hakikat” ile ilgili bir düşünce akımı olup, daha ziyade ekonomik yararcılık düşüncelerini içeren “Utilitarizm” akımıyla karıştırılmamalıdır. Ki, bu çok sık düşülen bir hata, büyük bir yanılgıdır.

OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ