GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ…
Geçmiş zaman olur ki
Anlamlı şeyse eğer
Hatıralar canlanır
Hayali cihan değer
Seneler nasıl geçmiş
O kadar çabuk meğer
Bir ömür an demekmiş
Hayali cihan değer.
Şiir: Enderunlu Vasıf
On yıl önce bu sabah bizi vuran “inferno” aynı yakı- ve yıkıcılığını halen koruyor biraderim! Şimdi şurda, şu çiseleyen yağmurlu akşamüstü Amsterdamında, Flevopark’ın kasvetli bir köşesinde, yüzyıllık bir ceviz ağacı altında bir bankta, yalnız başıma oturmuş senin çocukluğunu düşünüyor, duygulanıyor, hüzünleniyor ve katıla katıla da gülüyorum lan sıradışı çocuk. Eylül’ün bu soluk güz güneşi de yavaş yavaş batmakla meşgul. Yarın hava daha yağışlı olacak, buraya da gelemem artık.
Yarın 12 Eylül! Hüzün sembolü Hazan, melankoli yüklü bulutları, yağmuru, rüzgarı ve dalından düşen sarı yapraklarıyla iyice kendini göstermeye başladı artık.
On yıl geçmiş aradan. Yaşla ilgili olsa gerek, seni artık giderek bebeklik, çocukluk ve ilk gençliğindeki resimlerdeki gibi hatırlıyorum. Benim gözümde hiç büyümedin ki zaten çakal. Bizim evin son keseni, “Benjaminiydin”. Ben lisedeyken sen daha yeni doğmuştun. Elden ele atarak büyüttük seni.
”Çılgın Doktor Mehmet Susam yarasa kıyafetleriyle Abu Dhabi’de kuleden atladı”, “Çılgın Doktor Akut grubuyla Ağrı Dağı’na tırmandı” veya, “Çılgın Doktor Şırnak sahra hastanesinde ücretsiz kalp damar muayenesi yapıyor”, vb gibi haberleri ancak gazete manşetleri veya televizyon röportajlarında görüyor, yılda ancak üç beş gün biraraya gelebiliyorduk. Ta küçükten belliydi ele avuca sığmayacağın.
80’li yılların başı gibi, yani dijital-öncesi dönemde ve daha drone-mroon diye bişey yokken, on yaşında, ortanca biraderim Mustafa abinle, uzaktan kumandalı kendi maket uçağını yapıp Ankara'da Altınoluk sokakta uçurunca mahallede silinmeyecek bir repütasyon kazanmış, tüm kızların gözdesi olmuştun.
Bu işlerden ta on yıl önce, 1978 yılı mıydı neydi, henüz yedi yaşındayken ve daha ayağın debriyaja bile değmezken, Altınoluk sokakta ilk direksiyon kursunu vermeye zorlamıştın beni; hemde bakkal Salim'in önünde Efes'ini yudumlayan (o zaman öyleydi) trafik polisinin gözleri önünde.
25 yıl sonra Şırnak’ta “asker arkadaşların”la Sikorsky helikopterle göreve giderken yaptıklarınla gurur duyduk. Askerlik için tercihan gönüllü gittiğin ve orda bölge insanına tıbbi yardım götürdüğün bu Şırnak’ta hem “dağda” gezer, hasta bakar, motor sürer helikopter uçurur hem de orda asker arkadaşlarına klasik gitar konserleri verirdin. Halen zaman zaman açıp zevkle dinlediğim Koyun Baba Konçertosu’nu orda da çaldığını anlatmıştın bana.Beni arayarak, bir klasik gitar şahikası olan bu bestenin, pilotları, askerleri bırak, yöre halkının da ilgi ve sevgisine mazhar olduğunu anlatmıştın. Hollanda’da, Fransa’da, İspanya’da dinletirdin bu buram buram Anadolu kokan “semavi” besteyi dinleyenleri mest ederek. Arkadaşın ve bu Koyun Baba konçertosunun bestekarı Carlo Domeniconi ile tanıştırmak istemiştin beni bir ara.Ancak ben İstanbul’a geldiğimde sen “uçmak” için Norveç’e mi Rusya’ya mı ne gitmiştin be kaçak! Biz halen bu melodi ile avunuyoruz burda.
İlkokula başlamadan okuma yazmayı ve dört işlemi ögrenmiş olman, okula başladığında seni bu başarının kurbanı da yapmıştı. Artık herşeyi bildiğin için olsa gerek, ilk üç seneyi okuldan nefret ederek sıkıntı içinde zar zor atlatıp dörde geçtiğinde, tahtada bayağı kesirleri anlatırken zaman zaman tekleyen öğretmenin Hanife hanımın yanlışlarını bulur, illallah dedirtirdin zavallı kadına. Birgün Hanife hanım babama: “hocam, bu çocuktan kurtar beni Allah aşkına” dedikten sonra karar vermiş, seni o sene okula göndermeyip evde tutmuştuk. O yıl aynı zamanda keşif ve icatlar yılı olmuştu senin için, hatırlıyorum. İlk cep telefonunun icadına daha otuz yıl varken ona benzer birşeyin prototipini, kırdığın radyomuzdan elde ettiğin malzemeyle üreterek yan komşunun ahizeli telefonundasesler çıkartmayı ve adamı deli etmeyi başarmıştın.
Doğan Kardeş dergisi (bkz. Not) ve benden yadigar kalma Hayat Ansiklopedisi ile çekildiğin odada saatler boyu, annemin tencere ve tavalarıyla da müzik yaparak, kimbilir neler düşünür neler kurardın? Bir türlü tam anlayamadığım Einstein’ın İzafiyet Teorisi’ni de lise yıllarında Alanya’da kumsalda, kumun üstünde çizdiğin sembollerle ilk kez net bir anlatımla sen anlatınca kavramıştım.
Sonraki yıllarda gereğinden yüksek bir puanla Hacettepe İngilizce tıpa girdiğini öğrendiğin gün kalp hastası annem namazına iki rekat daha eklemiş, babam istediği olduğu için sevincinden iki kadeh devirmiş, sense orda ne halt edeceğim diye hüngür hüngür ağlamıştın. Oysa, daha sonraları erken yaşta kalpten kaybettiğimiz annemiz için kalp cerrahı olacağım diye son tahlilde tercihi yapan da sendin. Ne var ki, senin 'serendibiten' ta o zamandan beri ”insan” değil “makinaydı”. Nihayetinde sonraki yıllarda dediğini ettin ve yapay kalp yapacağım diye Boğaziçi’nde Biyo-Kimya öğrenimine başladın.
Hacettepe’deki “çömezlik” dönemlerinde babası düzenli olarak Amerika’ya gidip gelen zengin bir aileye mensup okul arkadaşında gördüğün ve henüz Türkiye’de de bulunmayan “fareli” küçük Macintosh bilgisayarı kafaya koymuştun. Bana yazdığın mektupta benim anlamadığım bir dilde ve şu kadar RAM bu kadar ROM vb. gibi kodlarla açıkladığın bu makineyi en kısa zamanda, yani yaklaşan yılbaşı tatilinde getirmemi istiyordun. Henüz Mediamarkt vb gibi elektronik mağazalarının bulunmadığı gri renkli 80’li yıllar ortalarında, Apple Hollanda temsilciliğini bulup maaşımın önemli bir bölümünü yatırarak alameti farikasıyla sipariş ettiğim bu pahalı oyuncağı, yılbaşında Ankara’ya götürüp verdiğimde deliler gibi sevinmiştin. Ve, “merak etme bilader uzun zaman geçmeden ben bundan daha iyisini yapıp ilk prototipini sana hediye edeceğim” diyerek, beni yaptığım büyük harcamanın yerinde olduğuna ikna eder bir edayla, teskin etmeye çalışmıştın. Kapıkule gümrüğünde başıma neler geldiğini o zaman sana da anlatmadığım gibi burda da es geçiyorum.
Yıllar sonra, yüksek performanslı, hiper donanımlı, el üstünde tutulanbir cerrah olarak çalıştığın İstanbul Şişli Memorial'da kimi zaman insanüstü bir eforla 24 saat üst üste ve başarıyla gerçekleştirdiğin üç dört ameliyattan ayakta zor durarak çıkar, yine de hafta sonunda Kaçkarlarda, Toroslarda, Ağrı, Erzincan, Trabzon, Norveç'te, İtalya’nın Ravennası, Antalya’nın Olimpos’u, Abu Dhabi'nin Burj kulesinde, artık nerde yüksek bir kayalık veya bir gökdelen varsa, oraya kaçardın.
Bu arada ‘can sıkıntısını gidermek için’, Memorial’da hocan Bingür Sönmez’in de gözünü sapıtarak, motor ve kürek yarışlarına katılıp dereceler alırken, bir yandan da Boğaziçi Üniversitesi’nde Biyokimya mühendisliği masterini bitirmiştin. Orda Biyokimya doktora temeli olarak yazamaya başladığın makalen de ne yazık ki yarım kaldı. Yarım bırakmadığın bir iş var ki, o da, yine kendisi Sarıkamışlı olan Bingür Hoca rehberliğindebaşlattığın Sarıkamış Şehitlerini Anma haftasıdır. Sarıkamış’tan çıkar, bir gece yürüyüşüyle vardığınız Allahüekber dağlarının tepelerinde yatar, adeta o şehitler ne hissettiyse siz de onu hissedip şükran ve minnet duygularınızı ifade ederdiniz. Hiç aksatmadan ta 90’lı yılların ortalarından beri sürdürdüğünüz ve bir seferinde de nerdeyse zatürreye yakalandığın bu program, şimdilerde artık yüzlerce insanın katıldığı muazzam bir anma törenine dönmüş durumda. Emekleriniz zail olmadı, rahat uyu biraderim!
Bu ‘basejumping’ ve ‘skydiving’ denilen ve bizim videolarına bile bakmaya cesaret edemediğimiz yarasa elbiseli uçuşları Türkiye’de 90’lı yıllarda birkaç arkadaşınla tanıtmaya başladığında haberdar olduk biz bu hiç bilmediğimiz ve alışık da olmadığımız işlerden. Birlikte tatil zamanlarında yalvarmalara varan telkin ve ikna çabaları bazen sonuç verir, bir müddet bilimsel çalışmalara ağırlık verip bu uçuşlara ara verirdin. Ancak rüyalarını süslediğini söylediğin, İstanbul polisini atlatarak Galata kulesinden atlayıp, Üsküdar’a inmek veya arkadaşın James Bond filmleri dublörü (ve Sean Connery’nin yeğeni) Gary Connery gibi uçaktan exit yapıp birinci boğaz köprüsünün üstünden Boğaziçi’ne paraşütsüz iniş yapmak hayalinden de bir türlü vazgeçmiyordun.
Chamonix kasabası Fransız Alplerinin ortasında 4800 metre yükseklikteki Mont Blanc'ın hemen dibindeki derin vadiye saklanmış şirin bir kış ve dağ sporları merkezidir. Chamonix’nin bir yakası hem İsviçre hem de İtalya’yla sınır teşkil eden ve sadece buzullardan oluşan bu Mont Blanc dağı, öteki yakası da uçuşların da yapıldığı 2800 metre irtifalı, dorukları bulutlarla kaplı, üstüne anca helikopterle inilen ulu kayalıklar. Yani sizin atlayış yaptığınız o kayalar.
Soğuk bir 12 Eylül sabahı, daha tan ağarmadan Memorial’dan cerrah arkadaşın Oğuz’un telefonuyla aldığım haberle ben Amsterdam’dan, ortanca abin de İstanbul’dan hareket edip, öğlen olmadan vardık Cenevre havaalanına. Havaalanından çıkıp, nasıl gittiğimizi anlamadığımız bir ruh haliyle vardığımız bu Allahın cezası kasabada herkes herşeyi biliyor, otel çalışanları kazayı anlatan yerel gazete haberlerinden bahsediyordu.
Daha, dönüşte Atatürk Havaalanında başımıza geleceklerden habersiz, adeta “bugün-git-yarın-gel” deyiminin cisimleşmiş hali gibi ortada dolanan Havaalanı Bürokrasisi’ne mensup birtakım adamların attığı engelleri nasıl aşıp da seni bir yığın insanın toplandığı Memorial’in önünde yapılacak veda törenine zamanında nasıl yetiştireceğimiz meselelerinden de habersiz, İki gün boyu, güz soğuğunda, kahrederek Chamonix sokaklarında Fransız polisinin vermesi gereken çıkışı bekliyorduk.
Türk Havayolları uçağı Lyon’dan planlandığı gibi kalktı ve seni Atatürk’e indirdi. Ancak biz ertesi günü hiçbir mantık ve plana uymayan bürokratik bir gelgitle halen Bakırköy Adliyesi ve Yeni Bosna Adli Tıp koridorlarında mekik dokuyorduk. Bi yandan İstanbul ‘da Memorial’in önünde yığılan kalabalık, öte yandan da onun akabinde gidilecek Ankara Karşıyaka’da bekleyen eş-dost-akraba bizi bekleyedursun.
Kasvetli bir 13 Eylül 2015 akşamı, bir Chamonix kahvesinde tanışıp konuştuğumuz (kimi Nepalli kimi İtalyan, kimisi hayatını Hollywood filmlerinde dublörlükle uçaktan uçağa atlayarak kazanan ‘gariban’, kimisi de milyon dolarlar içinde yüzen hi-tech yüksek teknoloji uzmanı olan) arkadaşların, nihayetinde senin mahir bir kalp damar cerrahı olduğunu adeta bilmiyor gibi, seni esasen yüz küsür çeşit rüzgarın 2800 metre yukarda nerelerden nasıl esebileceğini en iyi tahmin edebilen ve ona göre sortie tavsiyelerinde bulunan yetkin bir meteorolog, güvenilir bir yoldaş olarak tanıyorlardı. Seni dağdan getiren ve bir pazar öğleni küçük abin ve ben büyük abini karşılamaya gelen Mont Blanc emniyet müdürlüğünde görevli polis komseri de habire bu özelliklerini anlatıyordu.
Kimbilir bizim bilmediğimiz daha ne hünerlerin vardı yaramaz çocuk!
Bırakıp gittin bizi
Seni unuttuk sanma
Zaman alışmayı öğretiyor belki ama
Unutmayı asla
NOT :
Doğan Kardeş Dergisi kuşaklar boyu, özellikle öğretmen ve diğer dar gelirli memur çocuklarının, boş zamanlarını en anlamlı şekilde geçirdikleri yegane bilgi ve eğlence kaynağı olmuştur. Kasaba gazete bayiine geleceği perşembe günlerini ben iple çekerdim. Bizim evde bu Doğan Kardeş bekleyişi sonraları bir gelenek haline geldi. Hayatın cilvesine bakın ki, dergiye Doğan Kardeş adını veren, Yapı Kredi Bankası'nın da kurucusu olan Kazım Taşkent’in oğlu Doğan’da biraderimle aynı kaderi paylaşmış meğer. İsviçre'de bir yatılı okulda okuyan Doğan, 10 Nisan 1939 tarihinde aynen biraderim gibi Alpler’de, biraderime yakın bir yerde meydana gelen bir kaza (heyelan) sonucunda on yaşında hayata veda etmiştir. Bunun üzerine Kazım Taşkent, Doğan’ın anısını yaşamak için Doğan Kardeş Dergisi’ni kurmuştur.