“Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır.                    Kemal Atatürk

Geçen yıl tam bu günlerde Dumlupınar’daydım!

Avsallar’dan çıkıp 3500 km’lik “Gazap Üzümleri” yoluna dizilmiştim yine. Ayten Alpman’ın teypte çalan “Havasına Suyuna, taşına toprağına…” diye süren Memleketim şarkısı, Endülüslü Seneca’nın aynı anda nevrotik bir ritimle kafamda dönen ve depresyona iten “Herşeyin bir sonu vardır” (Omnia Venit ad Finem”) teranesini bir nebze de olsa telafi ediyordu. Kapıkule’ye varmadan yine Afyon Kütahya arası bir yerde durup, bu “kutsal topraklarda” büyük dedemi ve tüm şehitleri yad edip onlara olan şükran ve minnet duygularımı ifade edecektim.

Türkiye’de her yer gibi buralarda da son derece görüntü kirliliği yaratan şu yol kenarı reklam panolarına alışan gözlerle küçücük Dumlupınar levhasını atlamamak için dikkatlice bakmak gerekiyor.

Yahu, AVM tanıtım panosu büyüklüğünde olması da şart değil; küçük bir levhaya bari yazsaydınız “Dur Yolcu! Bilmeden gelip geçtiğin bu toprak…” benzeri bir dövizi!  Böyle söylenerek saptım yalnızlık ve terkedilmişlik hissi uyandıran Dumlupınar köyüne. Tepeye çıkıp, Meçhul Asker Anıtı’ndan Uşak’a doğru uzanan aşağıdaki yemyeşil ve uçsuz bucaksız ovaya baktım. Hipnotik Trans’a girme falan gibi şeylere inanmayacak kadar rasyonel bir insan olmama karşın, orda yatan binlerce şehidin inlemelerini duyar gibiydim.

Büyükdedesi Çanakkale’den dönemeyen bir ailenin ferdi olduğum ve bunu zaman zaman, hele de bu günlerde düşünerek hüzünlendiğim için olsa gerek, yine düğümlenmiş bir boğazla ayrıldım Dumlupınar şehitliğinden.

Siperde yanında duran silah arkadaşı gazinin anlatımına göre, şarapnel yiyerek yüz parçaya ayrılan büyük dedem, babasından umut kesilince daha çocuk yaşta tren istasyonlarında hamallık yaparak ayakta kalma mücadelesi vermiş tek oğlu dedemi bırakmış geride. Babam ve amcam da şecereyi sürdürmüşler (bkz. Not 1).

Mesleki deformasyon bu ya, Kütahya yolunda, Bursa, İstanbul, Edirne derken ta Kapıkule’den memlekete veda edene kadar durduğum her otel, benzinlik veya restoranda gördüğüm insanlara, özellikle de selamlayarak yanına yaklaştığım sempatik görünümlü genç gruplara, metodolojide söylem analizi (discourse anaysis) diye de bilinen bir yöntemle ve saf bir Almancı naifliğine de yatarak sanki bir müzik konseri soruyormuş gibi, “birader, ben yurtdışından geliyorum, biryerlerde bu 30 ağustos ile ilgili kutlamalar falan varmış; nerdedir, kutlanan nedir, herkes gidip girebilir mi?” vb tarzında sorular sordum. Sormaz olaydım. Metotbiliminde geçerliliği tereddütlü, ancak güvenirliği son derece yüksek olan bu kısa örnekolay taramasından sonra gördüğüm içler acısı bilgisizlik ve daha da kötüsü ilgisizlik, tabi önceden de aşağı yukarı tahmin edebildiğim ve beklediğim bir durum olsa da yine de şaşkına cevirdi beni.

Hummalı bir tartışı içinde “köfteci Ekrem mi, dönerci Yusuf mu, yoksa en iyisi pizzacı mı” değerlendirmeleri arasında işittiğim istisnai bir iki tepki ve ‘neydi o yahu” tarzında bir iki gevelemenin dışında, doyurucu hiçbir cevap alamadım kimseden. Kimsenin pek bişey bilmediği gibi, pek ilgilendiği de yoktu bu yakın tarihimizin kurtuluş ve varoluş mücadelesiyle. Hem de havanın kurşun gibi ağır olduğu bu günlerde!  Ve yol boyu, içine düştüğüm bir umutsuzluk, keder ve letarji girdabının etkisinden de uzun zaman kurtulamadım. Bu mu benim özlemiyle yandığım memleketimin insanı? Kim getirdi bu gençliği, bu memleketi bu duruma? Tabi, baba evinde işsiz, beş parasız çile dolduran donanımlı donanımsız on binlerce genci kapsam dışı tuttuğum aşikardır.  

Arabalı ve restoranlarda durma; yeme-içme imkanına sahip, dolayısıyla orta ve ustu bir sınıfa mensup olduğunu varsaydığım bu kara kalabalıklar (yol üstü etobur deneklerim yani) meseleye ordan girsem benden daha vatanperver çıkarlar şüphesiz. Ama nedir o halde eksik olan parça burda; nedir benim göremediğim ‘missing link’ bu “soysuzlaşma” sürecine sebebiyet veren?

Şimdi şurda Cengiz Aytmatov olsa (bkz. Not 2), “mankurtlaşma” kavramım ile biraz da böyle durumları kastediyorum” mu derdi acaba? Rahmetli babam olsa, “zamanın ruhu evlat, insanlar değişti, birazda bu sakat eğitim ve toplumsal anomi sayesinde gençlik de dejenere oldu; ne yapalım, elden ne gelir?” diye serzenerek, kendince mantıklı bir açıklamayla teskin etmeye çalışırdı beni. Oysa mesele çok daha girift bir sosyolojik ve metapolitik bir transformasyondan kaynaklanıyor, besbelli.

Ah sevgili babam, ah muhterem Aytmatov; evvel zamanın, kimbilir belki de ahir zamanın kıymetli öğretmenleri: kabriniz nur, ruhunuz şad, mekânınız cennet olsun.

Ben ki, hatırladığım ilk Cumhuriyet Bayramı arifesinde babamın kıt maaşıyla aldığı trampetimi takıp izci kıyafetimi giydiğim gün heyecanımdan uyuyamamış ve tüm günü şiirler okuyarak geçirmiştim. Heyhat!

Anlayamadığım ve belki de biraz da imrenerek ve acıkta kıskanarak gördüğüm bir diğer konu şu ki, şu an içinde bulunduğum Kuzey Avrupa memleketlerinde ana-babalar ve öğretmenler, çocukları vatan sevgisi ve tarih bilinciyle eğitip büyütüyorlar. Buralarda, bu refah toplumunda, tüm kapitalist tüketicilik, bireycilik ve sözde “şahsiyetsizlik” hegemonyasına karşın, herkes tarihine ve ulusuna nasıl da sahip çıkıyor! Bunlar mı kıskanacak bizi? Buyurun paradoksa.  Yazıklar olsun bize!

Her neyse. Bunları göre göre, ensede de kararmamış yer kalmamış zaten.

Neyse dönelim biz esas meselemize. Bu hafta 26 Ağustos Büyük Taarruz’un Afyonkarahisar’dan başladığı ve dört gün sonra 30 Ağustos’ta Başkomutanlık Meydan Muharebesi’yle Dumlupınar’da zaferle nihayete erdiği günün haftası. İçinde şimdi özgürce yaşadığımız şu güzelim memleketimizin, kurtuluş ve kuruluşunun, daha sonra da Cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı yer burası; bu toprakaltı kemik ve şarapnel dolusu devasa ova.

Ta Sakarya Meydan Muharebesi günlerinde, 1921 ağustosu başlarında, önceleri geri çekilmek zorunda kalan ordunun demoralize olmasını ve yılgınlığı önlemek için Atatürk’ün kullandığı “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır…” haykırışının ne kadar gerçekçi ve ileri görüşlü bir anlam yükü taşıdığı tam bir yıl sonra Dumlupınar’da ortaya çıkacaktı. Aynen dün Çanakkale’de, sonrası Sakarya’da, şimdi de Afyon’da ve Dumlupınar’da tüm sahayı avucunun içi gibi bildiği için bu “ya istiklal ya ölüm” şiarlı savaşın seyrini daha o günlerden gören ve psikolojide “kendi kendini gerçekleştiren kehanetler” (self fullfilling prophecy”) diye tabir edilen biçimde gerçekleşen bir öngörüyle, yaklaşan topyekün bir meydan savaşına dönük hazırlıklılığı yerleştirip pekiştirmek amacıyla kullanıyordu bu tür ifadeleri o vizyoner başkomutan. “Beklenti Etkisi’nin” “Gerçek Yarattigi” olgusunun ta o zaman farkındaydı O (bkz not 3). 

“Ya istiklal ya ölüm!”. Evet, böyle kurtuldu vatan ve kuruldu bu Cumhuriyet. Şimdi ağıza sakız gibi her karga gaklamasına “beka” diyorlar ya!

Ey, büyük dedem ve ”ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum” diyen komutanlarının dediğini ikiletmeyip, ayağında parçalanmış çarıklarla günlerdir aç susuz bekledikleri siperden düşünmeden çıkıp, anında toprağa düşen tüm şehitler, rahat uyuyun! Aldığımız her nefes, verdiğiniz son nefes sayesindedir!

Gurbeti bilen biri olarak ben bunun bilincindeyim. Birgün dönüp gideceğim bir baba ocağı, dumanlı dağlarında ıslık çalarak gezeceğim, soğuk ırmaklarında üşüyerek yüzeceğim bu memleketimi size borçluyum.  Bu haleti ruhiye ile de size olan minnet ve şükran duygularıyla yaklaşık üç bin beşyüz kilometrelik Gazap Üzümleri yolunu katederim evelallah. Ne diyordum: “Omnia Venit ad Finem”!

NOTLAR:

NOT 1:

Yeri gelmişken eklemeden de edemedim. Babamın bu büyük ağabeyi Rafet amcam yine dedesi gibi şehitlikten kıl payı kurtulan “Kore savaşı üstün cesaret madalyalı”, şu an 94 yaşında ve halen zıpkın gibi mahallede volta atan bir adam. Her varışta, hadi anlat amca deyince başlar duygulanarak anlatmaya o 1950 eylülünde İskenderun limanından kalkıp haftalar boyu yolculuktan sonra vardıkları Pusan çıkartma limanını. Ertesi günlerde konuşlandıkları cephede bir suikasta maruz kalan yüksek rütbeli Amerikan ve Türk subaylarını bindikleri yanan araç içinden, nasıl olduysa kurtarınca akşamüstü içtimasında ön tarafa çağrılır ve takar bir Amerikan generali o halen sakladığı madalyayı amcamın parkasına.

Ah bu Amerikan ikiyüzlülüğü; sonraki yazılarımda uzun uzun döneceğim yine bu meseleye. Ta o zaman başlamışlar “sizi NATO’ya alacağız” diye “aldatarak” bizi hiç alakamız olmayan işlere bulaştırmaya. Aldatan belli de, bu aldananlar kimdi? Rahat yatabiliyorlar mıdır bu 100 yıl önce cephede şehit kanlarıyla kurtarılan güzelim vatanı “Küçük Amerika olacağız” patolojisiyle ondan yaklaşık 25 sene sonra masa başında aynı emperyalizme teslim ettiklerine?  Ya amcam? O halen “Türkiye’yi kurtarmak için gittik biz oralara yeğenim” diyerek kendince son derece haklı olarak “kahramanlığına” toz kondurmaz.

NOT 2:

Aytmatov, bu ‘mankurtlaşma” kavramını Gün Olur Asra Bedel ve Ölüm Hükmü romanlarında kullanır. Mankurtluk, Aytmatov’a göre, bir kişinin, güce ve gücün sahip olduğu zihne ve zihniyetine bürünmesidir. Birey artık kendi özgür iradesinden uzak, tamamıyla başka bir gücün etkisi altında yaşar. Her türlü duygu, akıl, ruh ve iradeden uzaklaştırılmış kişi, artık mankurtlaşır ve efendisine sorgusuz sualsiz bağlanır; “vatani bırak, babasını bile öldürür”. Bkz. Aytmatov, 1980; Kaçmaz, 2018.

NOT 3:

“Beklenti Etkisi” veya “Pygmalion Sendromu” kavramları için bakımız: Google Scholar. Kısa bir anlatımla: Pygmalion Sendromu, özellikle sosyal psikoloji, pedagoji ve kitle iletişim sosyolojisi gibi alt disiplinlerde yaygın olan ve kimi akademisyen arkadaşlarca aşağı yukarı doğru bir çeviriyle Beklenti Etkisi diye de Türkçeleştirilmiş ve de bana göre Olgu’dan çok Algı’larla ilgili bir mevzuyu anlatmaktadır. Beklenti Etkisi (mesela çocuk eğitiminde) yüksek beklentilerin daha yüksek performansa, düşük beklentilerin ise daha düşük performansa yol açtığı durumları ifade eder. Yani grup içinde etki ve ikna gücü yüksek insanların (öğretmenler, popüler akranlar vb) yürüttüğü tahminler (algı yönetimleri; kehanetler) zamanla olgulara dönmekte ve beklentiler gerçeğe dönüşerek adeta kendi kendini gerçekleştirmektedirler. Bu sendroma ilham kaynağı olan mitolojideki Pygmalion’un hikayesi için bkz. Google veya daha iyisi Google Scholar veya en iyisi orijinal kaynak: Ovidius; Metamofoses / Dönüşümler). Ülkemizde ve Dünyada giderek belirginleşen ve olgulardan (nesnel gerçeklik) çok algıların (sanal gerçeklik, ya da Türkçesiyle yalanların) egemen olduğu, dolayısıyla (satın alma, tercih yapma, öğrenme, seçme-seçilme, beğenme gibi) insan davranışlarını etkileyen ve Yeni Gerçeklik (Post Truth) diye tanımlanan bu bahse aktüel değeri sebebiyle belki gelecek yazılarımda tekrar döneceğim.

OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ