
Doc. 8. GEZİ NOTLARI 1.3: PAX AMERICANA - ÇATIRDAYAN İMPARATORLUK AMERİKA
John Steinbeck’in izinde. İkinci rota PROVIDENCE – NEW YORK. Temmuz 2019
Barış Manço’nun teypte çalan Yine yol göründü gurbete ezgisine eşlik ederek, şen şakrak bir havayla Providence’den New York’a doğru çıktık yola. İki cümleyle özetlemek gerekirse, “Taylan’ın memleketi” bu Providence kenti, 200.000 gibi göreli az bir nüfusa karşın, Rhode Island eyaletinin başkenti ve Kuzeydoğu Amerika kıyılarının da en önemli metropollerinden birisi.
Brown Üniversite yerleşkesi yanında özellikle tarihi arka planı bakımından da önemli bir metropol özelliğine sahip bir şehir burası. Tipik Amerikanvari dev gökdelenlerle kaplı uzun bulvarlarının veya ultra lüks villa semtlerinin yanında “eski zamanları” ifşa eden tarzda; adeta zamana meydan okuyan, daha ziyade orta ve alt gelir gruplarının veya Taylan gibi öğrencilerin oturduğu iki katlı ve verandalı ahşap evlerin bulunduğu mahalleler de var çok sayıda. Ve bu mahallelerde her türlü tuhafiye, nalburiye, züccaciye, vb gibi eskiye özgü karakteristik dükkânların yaraladığı, pitoresk cadde ve sokaklarıyla da tarihi, mimari ve demografik yapısını ve dokusunu da korumuş bir kent bu Providence.


Sudan ucuz gibi bir galon benzinin (yaklaşık 4 litre) 3 dolar civarında olduğu benzinliklerden birinde depoyu doldurup, “yolcudur Abbas” diyerek Providence’ten çıkıp yola koyulduk.
NEW HAVEN, ZENGINLIK VE YALE UNÍVERSITESÍ
Çift şoför ve Taylan’ın arka koltukta uyuyan can yoldaşı, sadık köpeği Filip’le (en samimi arkadaşının adı) başladığımız New York rotamızın bu ikinci bölümünde, ilk durağımız Connecticut eyaletinin orta büyüklükteki şehirlerinden biri olan New Haven oldu. Bu kenti dünya çapında ünlü kılan tabi Yale Üniversitesi ve hemen hemen tüm kent sathına yayılan üniversite kampüsü. İrili ufaklı onlarca monümental bina, kütüphaneler, öğrenci yurtları ve gezmekle bitirilemeyecek çoklukta ve büyüklükte parklar, spor sahaları ve West River gibi öğrencilerin kürek çektiği irili ufaklı nehirler, göletler. Sanki talebe hayatı değil de bir çeşit Dolce Vita, Tatlı Hayat yani. Hollanda üniversite yaşamının içini dışını bilen biri bile olsa, insan burda birazcık kıskançlık duygusuna kapılmadan da edemiyor. Öte yandan, kimi arkadaşlarının da doktorasını buralarda yaptığını ögrendiğim Taylan’dan duyduğum kadarıyla, ki durum çok daha detaylıymış aslında, burda öğrenim yapmak ve bu imkanlardan istifade edebilmek için ya yüksek akademik performanslara sahip olmak; beyin göçü yani veya iyi bir sporcu olmak (Ivy League), ya da hesabından üniversiteye yıldan yıla on milyonlar aktaran bir baba evladı olmak gerekiyormuş. Taylan’ın üniversitesi Brown’da da durum aslında pek farklı değil.
NEW YORK KEŞMEKEŞİ
Zengin ve Züğürt temalı atasözünü de gayri ihtiyari mırıldanarak ayrıldığımız bu kentten kısa bir süre sonra, birden yoğunlaşan trafik, kesişen otoyollar, çeşit çeşit bölge ve yön gösteren tabelalar, köprü ve viyadükler derken çoktan New York sath-ı mailine girdiğimizi anladım.

Taylan’ın tüm uyarılarına karşın, varacağımız kiralık airbnb evinin bulunduğu Bronx mahallesi sapağından çıkma yerine, bir daha hızlı bir şekilde arabayla gezme fırsatı bulamayız diye doğrudan Manhattan istikametine sürdüm ve bu da yolculuk esnasında yaptığım ilk hatalardan biri oldu. İkindi üstü ulaştığımız New York banliyölerinden sonra girdiğimiz Manhattan’dan ancak akşamın geç saatlarına doğru çıkıp Bronx’taki kiralık eve ulaşabildik. İroniye bakın ki, önce Hollandalı sonra da İngiliz kolonistlerin buraya girince, bölgeden sürdükleri ve bu toprakların yüzyıllardır asil sahibi, Lenape kabilesi yerlilerinin dilinden kalma bir kelime bu Manhattan: tepeli ada anlamındaki Man-Hata diyorlarmış bu bölgeye. Pax Americana’nın yani Amerikan İmparatorluğu’nun, sınırsız zenginlik, refah ve barış içinde yaşadığını dünyaya göstermek amacıyla oluşturduğu bir çeşit satış vitrini burası. Burayı görünce insan mafyacı şarkıcı Frank Sinatra’nın da o New York New York (“gez dünyayı gör burayı”) diye süren içli sarkışında nereyi kastettiğini daha in anlıyor. Birazda onbeş kilometre yukardaki, çatlak asfaltları ve yıkık binalarıyla Bronx’u söyleseydin ya be adam.
Uluslararası deneyimli, elli yıllık şoför bile olsan, uzun yol yorgunluğundan sonra arabayı kenara çekip biraz dinlenmenin, şoförlüğün birinci kaidesi olduğunu da bilmene rağmen, tepeden bu trafik keşmekeşi Manhattan’a girmekte ne? Manhattan’a, daha doğrusu burayı kuzeyden güneye, kilometrelerce boydan boya kesen Madison Bulvarı’na yan caddelerden birinden çıkıp, ters istikametten girince, hiç kimsenin her şeyi her zaman ve her yerde en iyi şekilde bilip uygulayamayacağı gerçeğini de yaşayarak deneyimledim. Ters istikametten girmek zorunda kalışım ve akabindeki polis sirenleri sebebiyle de Birleşmiş Milletler binasının sivil giriş saatlerini kaçırıp, başkada bir imkan olmadığı için arabayı pahalı bir otoparka bırakarak Broadway caddesinde ilk gördüğümüz İtalyan restoranına kapağı attık.
Sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yediği gibi planladığımız ve uygulamayı çok istediğimiz bir başka atraksiyonu da gerçekleştiremedik: 1883’te, ta o zamanın çelik konstrüksiyon teknolojisiyle yapılma Brooklyn Köprüsü’nden Brooklyn’e geçip geri dönme fikrinden de vazgeçtik. Hava kararmaya başlamadan, tekrar Madison Bulvarını aşıp, “New York’un varoşu” Bronx’taki kiralık evimize doğru giden otoyola çıktık.

BRONX
Saatlar sonra kiralık dairenin bulunduğu Bronx mahallesine vardığımızda ne New Haven’ın zenginliğinden ne de New York’un göz kamaştıran neonlu keşmekeşinden bir eser kalmıştı.
1960’larda yapılan beton renkli devasa apartman blokları içine hapsedilmiş yaklaşık iki milyon insanın yaşadığı bir getto burası. Çeteler arası sokak kavgalarının vaka-i adiyeden sayıldığı, kap-kaç, bıçaklama, hırsızlık vb gibi durumlara kimsenin fazla aldırış etmediği, ana caddeler dışında polis devriyelerinin görünmediği “hayalet kasaba” gibi bir yer burası. Ertesi gün sabah kalkıp, Harlem’e doğru yürümek üzere evden dışarı çıkınca, yürüdüğümüz sokak, metro girişleri vb’nin birçok Hollywood filminde gördüğüm mekanlar olduğunu şaşırarak hatırladım. Metruk binalar ve bakımsız sokaklardan bile para kazanıyorlar burda yani. Her türlü uyuşturucuyla kafayı çekmiş zombi gibi sallanan adamların ortasından sağa sola bakmadan ve göz teması yapmadan geçerek ilerlemek gerekiyor buralarda. Hele de güzel güzel selam verip, hadi bir hatıra fotoğrafı çekelim birader tarzında bir Anadolu naifliğinin sonuçlarını yaşamamak için de bu hataya ikinci kez düşmemek gerekiyor.
Sözün özü: Manhattan nasıl ki Pax Americana madalyonunun zenginlik ve varlık fışkıran bir yüzü ise, çatlayan asfaltları, çöpten yiyecek toplayan insanları ve girmeye çoğunun cesaret edemediği metro istasyonlarıyla da Bronx aynı madalyonun öbür yüzüdür. Bunu bilfiil gözle görmenin yanında istatistikleri karıştırarak keşfetmekte mümkündür (bkz. Not 1).

Ütopik bir düşünce ürünü olan Manhattan’dan bindiğin metrodan çıkınca yoksulluk ve kriminalite içine batmış Distopik bir dünya karşılıyor insanı burda. Çevre, zenci ve hispanik ağırlıklı ve işinde gücünde, normal bölge sakinleri yanında, özellikle her türlü sosyal yardım ve sağlık güvencelerinden yoksun, sokakta, serseri mayın gibi salına salına gezen insanlarla dolu. Sokakta yürürken karşılaştığın on insandan üçü en az 140 kilolu yağ torbası gibi yuvarlanan insan azmanlarından oluşuyor. Ki, ucuz, kalitesiz ve yağlı beslenme sonucu ortaya çıktığı aşikar olan bu durum sadece Bronx’a özgü de değil.
HARLEM
Bronx’tan yürüyerek çıkıp dev viyadükler üstündeki yürüyüş yollarından geçerek, yarım saat içinde Kuzey Harlem’e ulaşılabiliyor; bizde öyle yaptık. Önceden okuyup bilgi edinmiş olmama karşın, önyargılı beklentilerim tersine, yepyeni bir Harlem karşıladı bizi. Bronx’taki gibi, tüten kül yığınlarının bulunduğu meydanlar, patlayan su borularının çamurlu göletler oluşturduğu caddeler ve kötü aydınlatmalı ıssız sokaklar yerine, bambaşka bir mahalleye girdik burda. 2000’li yıllar öncesi kriminal uyuşturucu çetelerinin “kurtarılmış bölge” ilan ettikleri no-go-area olarak ün yapmış zenci gettosu Harlem, şimdi yerini Afro-Amerikan mutfağına özgü, keseye uygun restoran ve kafeleriyle, spor salonları, sanat ve kültür kurumlarıyla canlı bir metropol merkezine bırakmıştı.

Park ve bahçeleri, müzikholleri ve Afro-Amerikan müzik kültürünün beşiği olarak bilinen 125. Caddedeki meşhur Apollo Tiyatrosu ile Mississippi Deltası kökenli blues ve cazz’in adeta yeniden doğup canlandığı eski dönemlerine dönmüş gibiydi Harlem. Amerikalılar arka sokaktaki süpermarkete bile arabayla gider derlerdi, inanmazdım. Aynen öyleymiş meğer. Sokakta sallanarak yürüyen yağ tulumu insanların böylesine şişmesinin nedenlerinden biri gibi gözüken bu tuzağa nerdeyse biz de düşüyorduk. İlk günkü aşırı özgüvenin yarattığı sonuçlardan yeterince ders alarak bugün için planladığımız, bölgelerin tamamını metro kullanarak ve tabanvay ile gerçekleştirdik.
Harlem’in kuzeyinden güneyine doğru kilometrelerce yürüyüp, Central Park’ta amatör müzisyenlerin konserlerini dinleyip, sirk artistlerinin gösterilerini izledikten sonra girdiğimiz Guggenheim Müzesi’nden çıktığımızda hava yine kararmaya başlamıştı bile. Ve ertesi gün tekrar Boston yönünde yola çıkmak üzere son gün kalacağımız Bronx kiralık evine doğru yollandık.
Guggenheim’da gördüğüm Rodin’in o emsalsiz Düşünen Adam ya da Düşünür adlı bronz heykeli, tüm yol boyu gözümün önünden gitmedi. Felsefenin; akıl, düşünme, yorum ve tefekkürün, yeryüzü ve gökyüzü gibi dünyevi ve uhrevi meselelerin timsali olarak yorumlanan bu eser, aslen Rodin'in anıtsal eseri Cehennemin Kapıları’nın bir parçası olarak tasarlanmıştır. (Bkz. Not 2). Çok boyutlu yoruma açık, “nerden geldik, nereye gidiyoruz” gibi insanı yaşam ve varoluşa dair konuları düşünmeye iten bir iz bıraktı bende bu eser!
Bir de baktık ki, otoyolda Boston tabelaları belirmeye başladı. Biz önce burda, Boston’da konaklayıp, Amerikan Bağımsızlık Mücadelesi’ne ait izlerin halen saklandığı bina, sokak veya liman bölgelerini keşfedip, sonra kıyı kent ve kasabalarından geçerek Kuzey ve Kuzeybatı yönlerine doğru, Steinbeck’in izini sürmeye devam edeceğiz. New Engeland diye bilinen bu bölge, aynı zamanda geçen bölümlerde bahsettiğim, iyi niyetleri suistimal ederek Amerikan Yerlileri’nin tohumluk mısırlarını çalan Püritan Protestan Hristiyan Hacılari’nın da içinde bulunduğu kolonistlerin Amerika kıtasına ilk çıkarma yaptığı Plymouth kentinin de bulunduğu bölge. Dur bakalım daha neler göreceğiz?!

NOTLAR
Not 1:
Steinbeck’in 58 yaşında gezisine başladığı 1960 yılında ortalama bir Amerikan vatandaşının yıllık kazancı 5000 dolar iken yeni inşa edilmiş müstakil bir ev yaklaşık 12,500 dolar, rahat bir araba 2600 dolar ve bir çift iskarpin 13 dolar idi (bkz. Evans, H. 1999). Bugün özellikle büyük kentler, bırakın alt tabakayı, hiçbir sosyal güvencesi olmadığı için işten atılıp, kapı dışarı edilerek çöpten yiyecek toplamaya mahkûm edilen “beyaz yakalılarla” dolu. Öte yandan, istatistiklere göre 2000’li yılların ilk çeyreğinde mahkûmların büyük bir bölümünü Afro-Amerikalılarin oluşturduğu hapishanelerde yatan yaklaşık dört milyon insan özellikle Bronx ve benzeri bölgelerden gelmekte.
Sözün özü, benim gördüğüm Amerika sadece bir sosyal-kültürel-ahlaki çöküş İçinde değil aynı zamanda saman alevi gibi içten içe yanan bir ekonomik yok oluşu da yaşıyor. Önce baba-oğul Bush, şimdi de iki dönemdir Trump sadece bir semptom. Asıl olan onları iktidara getiren ve tutan ve özellikle iç eyaletlerde yaşayan kiliseci-köktendinci-yobaz-hristiyan yığınlarından oluşan on milyonlar.
Not 2
Auguste Rodin (1840-1917) Paris’in o zamanki varoşlarında yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmesine karşın, üstün yetenekleri sayesinde girdiği Paris Sanatlar Okulu’nda kendini geliştirmiş bir heykeltraştır. En bilinen eseri Düsünür’ün yanında, yüzlerce eser vermiştir. İzlenimcilik akımının temsilcilerindendir. Yani sanatçı; ressam, heykeltraş, artık her neyse, gördüğü objedeki gerçekliği değil, o objeden edindiği izlenimleri eserine yansıtır. “Rodin, bu heykelleri nasıl yapıyorsun?” mealinde bir soru üzerine: “Ben heykel falan yapmıyorum. Yaptığım şey sadece elime aldığım bir bronz, taş veya mermer parçasının kenarındaki gereksiz fazlalıkları yontup atarak, zaten var olan bir görüntüyü ortaya çıkarmaktır.