1923’ün ekim ayı birçok bakımdan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtuluş ve kuruluş simgeleriyle dolu bir aydır. 2 Ekim 1923’te İstanbul’un, “geldikleri gibi giden” İngiliz kuvvetlerinden tamamen temizlenmesinin ardından 6 Ekim’de Türk askeri dört yıldır işgal altında yaşayan İstanbul’a girdi. 1921 ekimi Sakaryasından iki yıl, 1922 ağustosu Afyon ve Dumlupınarından ise sadece bir yıl geçmişti. Şimdi artık Balkan ve 1. Dünya savaşlarında uğradığı onulmaz tahribattan sonra adeta küllerinden yeniden doğan bir ordu ve onun güvenli gölgesinde doğum sancıları yaşayan yeni bir ulus vardı. İşgalci Yunan palikaryaları İzmir’e kadar kovalanarak Megali İdea hayalleri tarihin çöplüğüne atılmış, İstanbul’la birlikte tüm vatan toprağı Emperyalizmin işgalci kuvvetlerinden tamamen temizlenmişti.
KURULUŞ’UN OLMAZSA OLMAZLARI
Askeri mücadele ile cephelerde perçinlenen kurtuluşu müteakiben, 13 Ekim 1923 günü Ankara’nın başkent ilan edilmesiyle kuruluşun da ilk müjdesi verildi. Ne var ki, bu baş döndürücü olaylar silsilesinin en önemli halkası şüphesiz 29 Ekim 1923 günü cumhuriyetin ilanıdır. Bir rejim olarak cumhuriyetin esas önemi, artık başında bir çoban olmadan halkın kendi kendini yönetebilmesi için gerekli sosyo-politik ve tam bağımsızlık için gerekli jeo-politik şartların yaratılmasında saklıdır. Bu şartların yaratılabilmesi; yeni rejimin sağlam zeminde kök salıp gelişebilmesi ve yeni ulusun yeni dünyaya uyum sağlayabilmesi için olmazsa olmaz niteliğinde bir dizi köklü değişimler de kaçınılmazdı. Neydi bu köklü değişimlerin en acil olanları?
Fıkıh, usul-i fıkıh, tefsir, kelam ve hadis gibi dini temelli, içinde kimi felsefi nüveler taşısa da umumiyeti ezbere dayanan derslerin okutulduğu medreseler yerine, yeni cumhuriyet için gerekli, nitelikli iş gücü yetiştirmek ve İstihdamı artırmak amaçlı meslek okulları ve kalkınmanın motoru niteliğindeki bilimsel eğitim programlı üniversitelerin kuruluşunu öngören, 3 Mart 1924 tarihli Eğitim ve Öğretim Devrimi, hedeflenen gelişim ve değişimlerin bana göre belki de en acil olanıydı. Sonra? Sonrasında bunu 17 Şubat 1926 tarihli, din kurallarına dayanan hukuk sistemi yerine çağdaş aile hukukunu öngören Medeni Kanun’un kabulü izledi. Bunu müteakiben, Cumhuriyet’in başka bir kilometre taşı niteliğinde gördüğüm, 1 Kasım 1928 tarihli Türk halkının ögrenmekte güçlük çektiği Arap alfabesi yerine Türkçe sesleri dile getiren harflerin yeraldığı yeni bir alfabeyi öngören Harf Devrimi kanunlaşarak yürürlüğe girdi. Tüm bunların paralelinde daha bir dizi kanun ve uygulamalar, kurulan cumhuriyetle hedeflenen uygar toplumun adeta sosyolojik kolon ve kirişlerini; başarılı bir dönüşüm sürecinin olmazsaolmazlarını oluşturuyordu.
Ben, her girişimin cesaret, basiret ve metanetle kurgulanıp uygulandığı; tabir caizse hiçbir şeyin gökten zembille inmediği o kuruluş mücadelesinin hararetli günlerine dalmış, bunları düşünüp yazarken, ta o zaman Atatürk’ün de mutlaka okuyup bildiğini tahmin ettiğim Roma imparatoru ve büyük düşünür Marcus Antonius Aurelius‘un Meditations adlı eserinde naklettiği bir tarihsel anekdot da aklıma geldi. (Bkz. Not 1). Ki ben soğukkanlılık, dinginlik, ağırbaşlılık gibi psikolojik özelliklerin yanında cesaret, ölçülülük, dirayet ve adalet gibi erdemleri ve askeri ve siyasi dehası bakımından Stoizm’in de kurucu babalarından olan bu Marcus Aurelius’u hem Türk hükümdarı Timur’a hem de her ikisini de örnek alan Atatürk’e çok benzetirim. Ki her ne kadar bu Avrupalıların Tamer veya İranlıların Temür olarakta andıkları Timur, Atatürk’ten farklı olarak aynı zamanda biraz da acımasız bir komutan olsa da!
Yeri gelmişken şunu da vurgulamadan geçmeyim ki, her üçünü de; Marcus, Timur ve Atatürk, Platon’un Politea eserinde (bkz. S. 473) dillendirdiği “[…] Kurtuluş için başka yol göremiyorum. […] Ya filozof imparator olacak ya da imparator filozof […]” mealindeki sözünün cisimleşmiş hali olarak görürüm.
NEDEN MÍ CUMHURIYET?
Umumiyetinin herkesçe bilindiği, sıraladığım bu ve buna benzer daha bir dizi değişim ve dönüşüm hareketlerinin önemi, ancak bugünkü modern Türkiye Cumhuriyeti, aynen Osmanlı toprağı olan diğer Ortadoğu ülkeleriyle mukayese edildiğinde (yani benchmarking ile) anlaşılacaktır. Zira cumhuriyet kurulduğu 1923'lerin sosyo-politik bağlamında, o günlere kadar, özellikle Anadolu ve Ortadoğu’da ve bugün, günbegün, büyük ölçüde Ortadoğu’da halen egemen olan feodal toplumsal sosyolojinin (yani serflik ve toprak köleliğinin), otokratik siyasal yapının (yani kulluk ve mutlakıyetin) ve teokratik devlet düzeninin (yani şeriat ve hilafetin) kesin reddi ve tasviyesi hedefiyle kurulmuş, bilfiil uygulamaya sokulmuş ve başarılı olmuştur. Geçilen yüz yıl içindeki her türlü saldırı ve yıkım girişimlerine karşın da halen dim dik ayaktadır. Somutla ifade edecek olursak: Cumhuriyet ve onu temelleyen devrimlerle birlikte, serflik, tebaa ve kulluk anlayışına dayanan dikey teokratik devlet düzeni yerine, aydınlık çağının insan-yurttaş-özgür irade kompozisyonuna dayanan ve din ve vicdan özgürlüğünü öngören yatay laik devlet düzenini temel ilke edinen bir toplumsal yaşama geçebilmenin ön koşulları yaratılmıştır. Bu bakımlardan, Avrupa’da önce Dante, Leonardo, Petrarka ile doğan Rönesans ve onu müteakiben Kant, Montesquieu, Rousseau ve Locke ile iki yüzyıl önce başlayan Aydınlık Çağı ve tüm bunların ışığı ve uzantısında şekillenen Fransız Devrimi’nin Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik ilkelerinin kabulü biçiminde ortaya çıkan Cumhuriyet, sıraladığım bu nitelikleri itibarıyla kurucu babalarının da (Atatürk ve arkadaşları) temel ideolojik parametrelerini oluşturmaktaydı. Bilerek; Dumlupınar’da cephede ve Lozan’da masa başında kazanılan mücadeleleri taçlandırmaya layık bir rejim olarak düşünülüp tasarlanmış, uzun elenip sık dokunduktan sonra seçilmiş bir aydınlanma projesiydi cumhuriyet.
Dumlupınar’da savaş kazanılmış, Lozan’da bağımsızlık şimdilik garantilenmiş olsa bile, uzun erimde tam bağımsız olabilme ve kalabilmenin ancak özetlediğim bu köklü devrimler; değişim ve dönüşümler yoluyla mümkün olacağını bilen ve varsayan bir vizyon üstüne kurulmuştu bu cumhuriyet. Bir yandan Çanakkale’de, Sakarya’da Afyon’da müfrezeleri sevk ve idare ederken öte yandan da savaştığı zengin sömürgenlerin gelişim tarihini inceleyen; batı aydınlanmasının temelinde yatan Monteskiyö’nün Trias Politikası, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi vb. gibi yüzlerce kanonik eseri, insaniçinci fikirleri okuyup inceleyerek özümleyen; entelektüel yetişim ve donanım sahibi komutanların kılı kırk yararak düşünüp kurduğu bir rejim daha nasıl sağlam olabilirdi?
Batı uygarlığını yakalamadan; insan ve toplum yaşamını iyileştirip refah seviyesini yükseltmeden; kendi malını üreterek kendine yeterli hale gelmeden ve tüm bunları koruyup sürekli kılacak, Trias Politika’ya, yani kuvvetler ayrımına dayalı bir demokrasiyi kurmadan, güçlü bir devlet olunamayacağı ve aç susuz cephelerde canını veren şehitler pahasına kurtarılan bu vatanın zamanla, artık iyice palazlanan kapitalizmin kapitülasyon-tefeci moniter sistemleriyle yeniden bağımlı hale geleceğini biliyordu kurucuları. Öyle de devam ettiler. Güneş doğmuştu bir kez ve sanki bir daha hiç batmayacaktı. İlk otuz yılda duyunu umumiyeci Osmanlı’nın borcunu ödeye ödeye de olsa, ihtiyatlı bir üretim-yatırım-istihdam-atılım zemberekli iktisat politikası sayesinde kuruluş mücadelesi bu vizyon yörüngesinde tüm hızıyla devam etti.
Ancak ondan sonra da olan oldu! 1938 de batan güneşle adeta Feniks yeniden toprak olmuş, bunu gören Hades’te sabırla beklediği yeraltından çıkıp kırbacını yeniden sallamaya başlamıştı sanki (bkz. Not 2). 2 Ekim 1923’ günü, yenilerek İstanbul’u terkeden; geldiği gibi giden emperyalizm, şimdi Küçük Amerikancı, piyasacıların gözetiminde yeniden dönüp, çöreklenmeye başlamıştı terkettiği yerlere. Lord Curzon’un ruhu hortlamış, kehaneti gerçekleşmişti sanki “Ey makus talihli memleketimin garip insanı” diye kahrederdi babam, Çanakkale’den Dumlupınar’dan, Lozan’dan; bunca kurtuluş ve kuruluş mücadelesinden sonra yeniden hortlayan çöküşe boyun eğmek zorunda kalan Anadolu insanına. Kurulduğu günden beri ve ben kendimi bildim bileli "eski Türkiye'de" hep coşkulu bir bayram olarak kutlanan 29 Ekim günü ve onun sembolize ettiği değerler ne yazık ki, kökeni esasen ta 50’li yıllara dayanan "yeni Türkiye'nin" günümüzde giderek belirginleşen neo-liberal-teokratik-piyasacı toplumsal yapısı içinde yaşam mücadelesi vermektedir.
CEPHEDE DE VE MASABAŞINDA DA HEDEF TAYİNİ AYNIDIR
Orda, Lozan’ın o salonunda yaşananlar sanki kadim şair Ovidius ’un kaz teleğinden dökülmüş bir alegori, ya da Shakespeare’in divitinden çıkmış bir tragedya gibi. Kendi cümlelerimle ifade etmeye çalışayım: Yeni Cumhuriyetin kuruluş tapusu olan Lozan Barış Antlaşması, 1923 yılı 29 ekiminden, yani cumhuriyetin kuruluşundan sadece üç ay sonra Lozan’ın Rumine Sarayı’nda imzalandığı sıcak temmuz günü salon adeta buz kesiyordu. O günden önce ve özellikle de o gün salonda yekten bir diplomasi kapışması, kıran kırana bir sinir harbi yaşanıyordu. Bu durumu, özellikle masa başında oturan “Britanya İmparatorluğunun” baş müzakerecisi Lord Curzon’un bir türlü frenleyemediği davranışları, saklayamadığı vücut dili ve titreyen sesi açıkça ortaya koyuyordu. Masanın öbür başında ise, kurmay zekası ile cephede hedef tayini için yaptığı dakik ve milimetrik ayarlarla hedefi nasıl vuracağını bilen ve bunun olmazsa olmazı soğukkanlılığıyla, tabir caizse ‘poker suratıyla’ ün yapan, ya da amiyane tabirle Hatice ile Netice arasındaki farkı, toz-duman-barut-kan kokan siperlerde geçirerek ögrenmiş bir “topçu teğmeni” oturuyordu. Bu İstiklal savaşı kahramanı, Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa, gerektiğinde masaya vurup kalktığı gibi, umumiyetle saatlar boyu bişey demeden, bıyık altından gülümseyen bir yüz ifadesiyle ve tüm soğukkanlılığıyla karşısında habire kızarıp bozaran, cephe-mepheyi bırak, steril bir ofis hayatından başka bişey görmemiş, “büro memuru” Curzon’u nasıl alt edeceğinin kesin hesabını; vuracağı diplomatik hedefin milimetrik ölçümünü, çoktan yapmıştı. Öyle de oldu! Ama İngiliz aklıyla şeytanca bişeyler kurduğu, ya da imparatorluğunun yüz yıllık diplomasi geleneğine güvenerek bişeyleri hayalleyip, tabir caizse “saman altından su yürüttüğü de ”besbelli oluyordu. (Bkz. Not 3)
Durup durup, hani yaygın bilinen ancak ne hikmetse üstünde pek de durulmayan bir şeytani kehaneti aklımdan çıkaramam bir türlü. Neydi bu şeytani kehanet?
CURZON’UN KEHANETİ
Rumine Sarayı’nın konferans salonu buz gibi, dışarıysa Cenevre’nin hiç de alışık olmadığı bir güneşle kavruluyordu. Britanya İmparatorluğu’nun başmüzakerecisi Lord Curzon, salondan çıkıp, Lac Leman gölü kenarında yapmak istediği gezintiyi yarıda kesip, salona çabucak geri döndü. Sinirlerini birazda olsa frenlediğini, bunaltısının hafiflediğini sanmasına karşın, yine de engelleyemediği asık suratıyla orda oturan İsmet Paşa’ya dönüp “siz şimdi bizden istediklerinizi aldınız. Ben bunları alıp cebime koyuyorum. Ama 50 yıl, ama 100 yıl sonra hepsini sizden fazlasıyla geri alacağız” diyerek salonu tekrar terketti.
Şöyle oturup düşünüyorum da bu Curzon’un kehaneti şimdi gerçek mi oluyor ne? 1915’te dedelerimin canı pahasına Çanakkale’yi geçemeyen, sonra da işgal ettikleri İstanbul’dan geldikleri gibi giden, İngiliz işgalcisi Nathaniel Curzon’un kehaneti, on sene gecikmeyle de olsa, 110 yıl sonra 2025’te gerçeğe mi dönüşüyor? Nihayetinde adamın dediği gibi 110 sene sonra yine gelip çöreklenmişler memleketimde sağa sola; hem de misyoneriyle, tefecisiyle dola dola; limana, köprüye, otoyola! Sanki bunun torunları, Londra Tefecileri, bu ön adı Nathaniel olan (Tevrat’ta “İsrailoğullarına tanrının vadettiği; verdiği” anlamına gelen) açık Türk düşmanı dedeleri Curzon’un kuyruk acısını gidermeye, intikamını almaya mı gelmişler, nedir? (Bkz. Not 4)
Ne yazık ki bu sefer “geldikleri gibi giderler” diyecek bir Anadolu Feniks’i, küllerinden doğan sarı ibikli, mavi gözlü bir zümrüdü Anka Kuşu da yok gibi artık! Ne var ki: hani "çocuğu köyden çıkartabilirsiniz ama köyü çocuktan asla" ("you can take the child out of the village, but you cannot the village out of the child") diye tabir edilen bir klişe, bu İngilizlere ait olduğu öne sürülen bir deyim (proverb) vardır ya, aynen öyle: Ey Nathaniel Curzon’un torunları: bizi; yenemediğiniz büyük dedeleri Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da toprak olmuş bir neslin torunlarını, köyümüzden (oku: cumhuriyetten) çıkarabilirsiniz ancak onların canı ve kanı pahasına kurulan bu köyü (oku cumhuriyeti; bu güzel vatan imgesini) içimizden asla! Bunu da ben yazdım ve alıp cebime koyuyorum! Her tarafa çöreklenip, memleketi borç batağına sokarak; her şeyimizi, paramızı pulumuzu ipotek altına alarak güya gözünüzü Cumhuriyete, geçemediğiniz Çanakkale’ye, geldiğiniz gibi gittiğiniz İstanbul’a dikmişsiniz yine. Ama 10 yıl, ama 20 yıl sonra yine geldiğiniz gibi gidersiniz. Biline! Cumhuriyetimiz ebedi, Bayramımız kutlu olsun!
Not 1
Roma imparatoru ve büyük düşünür Marcus Antonius Aurelius, düzenli orduları (lejyonlar) komuta etmekteki deneyim ve ustalığına karşın Güneydoğu Alplerinde uzun süren ve ölümüne çok yorulduğu kanlı “gerilla çatışmalarından” sonra nihayet m.s. 170 yılında isyancı Cermen kabilelerini dize getirip, Germania’yi zapteder. Çadırına çağırdığı komutanları ve özellikle de oğlu Commudus’a dönerek: […çok zarar gördük, çok kayıp verdik, ancak başardık. Ne var ki asıl amaç tüm bu kabileleri yok edip insanlara zulmetmek, gereksiz yere toprak işgal etmek değildi. Kabilelerarası ve İmparatorluğa dönük kavgalara son verip, bu bölgelerde Roma’nın güvencesinde huzur ve barışı tesis etmek için uğraştım tüm zaman. Ancak şimdi esas olan bu askeri başarıdan sonra halklarının yaşamının düzeltilmesi yönünde yapılması gereken çalışmaların aralıksız devam etmesidir. Bu gözardı edilir, baskı rejimi altında Cermen kabilelerine zulmedilirse, akıtılan kanlar boşa çıkacaktır. Kötülük yapmayın; her şeyin bir sonu olduğunu unutmayın ve bilin ki sizin de bir gün sonunuz gelecektir. Pek çok hastayı iyileştiren Hippokrates’de kendisi hastalanınca ölmedi mi?...]” diye devam eden sözlerinden sonra zaten iyice zayıf düşen bedenini toparlayamayıp, rahatsızlanarak götürüldüğü Roma’da son nefesini verir. (Bkz. Meditations; Türkçesi: Kendime Düşünceler, Yunanca aslından çeviren: Emre Ceren, Ís Bankası Kültür Yayınları, 2018).
Bilindiği üzere imparator Marcus Aurelius, aynı zamanda Zeno, Epictetus ve Seneca ile birlikte insani erdemleri temel alan Stoizm’in ya da Türkçe de yaygın kullanıldığı gibi Stoacılığın da kurucu babalarındandır. Kendime Düşünceler adlı eserinde de bu öğretinin temel maksimlerini özetlemiştir.
Not 2 :
Feniks ya da Zümrüdü Anka veya Simurgh
Bizim “Doğu” yörelerinin Orient efsanelerinde Zümrüdü Anka veya Simurgh diye bildiğimiz mitolojik kökeni ta eski Mısır dinlerine dayanan ve küllerinden yeniden doğduğu için ölümsüzlüğün simgesi olan bu kuşun adı batı mitolojisinde, yani Oksident efsanelerinde Feniks (ya da Phoenix) diye bilinir. Halikarnaslı (şimdiki Bodrum) tarihçi Herodot, Mısır veya Pers mitolojisinden okuyup aldığı Simurgh’un adını Yunan mitolojisine Feniks olarak değiştirerek aktarmıştır. Herodot, Tarih adlı kitabında, Feniks’i bir alegori olarak daha da zenginleştirip, iyi-kötü temalı ahlak sembolleriyle de özdeşleştirmek yoluyla (ki zaman Pers-Yunan savaşları zamanıdır), doğu anlatımlarından daha geniş bir “felsefi” perspektife oturtarak anlatmıştır.
Doğu anlatımlarında çeşitli varyantları bulunan efsanenin esası, kadim Mısır, İran (Pers) ve Mezopotamya efsanelerine dayanır ve Simurgh, orda Elbruz dağının tepeside yaşayan, düşünüp konuşabilen kırmızı bir ateş kuşu olarak betimlenir. Simurgh, Feniks adıyla Herodot’un anlatımında olumsuzluk özelliğinin yanında esasen direnç, umut ve basireti sembolize eder. Bu özellikleri bakımından, yani küllerinden geri doğan, umudunu kaybetmeyip direnen, cesaret ve metanet sahibi bir sembol olarak anılması bakımından ben bu Feniks’i hep Atatürk’e benzetirim. Teşbihte hata olmaz düsturuyla da onu “Bir Anadolu Feniksi” diye anarım. Ne var ki ve ne yazık ki efsanedeki kehanete göre Feniks öldükten bin yıl sonra; bin yılda bir doğuyor. Yani yeni bir Feniks beklemek aynen, Beckett’in ünlü tiyatro eseri Godot’u Beklerken’deki gibi manasız ve beyhude bir bekleyiş olur. Zaman herkesin biraz kendi Feniks’i olma zamanıdır!
Hades ya da Erşetu
Küllerinden doğan Feniks’in adeta aynadaki “siyah” görüntüsü gibi Yunan mitolojisinde Hades adında yeraltı ölüler dünyasının bir tanrısı vardır. Mitolojiye göre Elysium diye erdemli ruhların yaşadığı cennet benzeri bir yerin yanında bir de ceza yemiş, “kötü” ruhların ebediyen hapsedildiği Tartaros adında, cehennemi, derin bir çukur vardır. Daha sonraki yazılarımda, özellikle şu an kurgusuyla uğraştığım ahlak temalı bir yazı dizimde günümüz ahlak (çöküşüne) ışık tutan bir metafor olarak (istiari biçimde) bu Tartaros’u ve orda ceza çeken ve umumiyeti Olimpos veya İda dağından veya bizim yakından bildiğimiz adıyla Kaz Dağları’ndan gelen iyilik ve cesaret sembolü kahramanları anlatacağım. Unutmadan: Yine aynen Mezopotamya efsanelerine Hades’in muadili olarak Erşetu adli bir figüre rastlarız.
Not 3
Lozan konferans salonundaki diyaloglar ve betimlediğim bu haleti ruhiyeler tamamen kurgu olup, kendi muhayyilemden çıkan anlatımlardır. Buna karşın, o günlerin psikolojisi göz önüne getirildiğinde orda yaşananların, aşağı yukarı bu meyanda cereyan ettiğini tahmin etmekte güç değildir.
Not 4:
Yazımda, “Siz şimdi bizden istediklerinizi aldınız. Ben bunları alıp cebime koyuyorum. Ama 50 yıl, ama 100 yıl sonra hepsini sizden fazlasıyla geri alacağız” diye naklettiğim ve ülkemizde cereyan eden aktüel gelişmelere bakarak Lord Curzon’un kehaneti biçiminde tanımladığım bu sözü, araştırmalarım sonucu ne Lozan Konferans tutanaklarında ne de İsmet Paşa’nın anılarında bulabildim. Ancak değerli tarihçi Turgut Özakman, Cumhuriyet-Türk Mucizesi adlı eserinde Lord Curzon ve İsmet İnönü arasında geçen diyaloğu, başka kaynaklara dayanarak bu şekilde aktarıyor. Ben de bu diyalogu Özakman’ın söz konusu eserinin ilgili sayfasından alıntıladım. Bkz. Özakman, T. Cumhuriyet-Türk Mucizesi (1. Cilt), Bilgi Yayınevi, Ankara, 2009.
Aynı paragraflarda, Özakman, bu “atışmanın” bağlamını oluşturan uzun diyaloglara da yer veriyor. Özakman, adeta ‘yenilen doymaz” edasıyla habire iğneli seslenişlerini sürdüren Curzon’a İnönü’nun ders verircesine şöyle cevap verdiğini belirtiyor: ["Siz Yunanistan'ı yendiniz, İngiltere'yi değil! Bunu unutmayın!" dedi Lord Curzon, Lozan görüşmelerinde. İsmet Paşa "Hayır" dedi. "Yalnız Yunan'ı yenmedik, güneyde müttefikiniz Fransızları yendik, onun silahlandırdığı Ermenileri yendik. Müttefikiniz İtalyanları Anadolu'dan uzaklaştırdık. Sizin silahlandırdığınız Doğu Ermenilerini ve Pontus çetelerini yendik. Sizin İstanbul yönetimi ile birlikte azdırdığınız isyancıları yendik. Silah ve para ile desteklediğiniz Kuvayı İnzibatiye'yi yendik. En son olarak da maşanız Yunun ordusunu yenip denize döktük. Mondros'u yendik, Sevr'i yendik, Üçlü Antlaşma'yı yendik. Bunların hepsinin arkasında siz vardınız; hepsinin ipleri, dümeni, düğmesi sizin elinizdeydi. Biz asıl sizi yendik !.."]. (Ibid. Özakman, T. 2009).
Ekstra not:
Özellikle sosyal medyanın, karanlık dehlizlerinde sık sık rastladığım iyi ya da kötü niyetle manipülatif tahriflerle değiştirilen bu diyalogu, ibret verici niteliği bakımından, olduğu gibi, Özakman’dan alıntılama gereği duydum









