Geçen hafta start verdiğim Amsterdam Notları yazı dizimin ilk bölümünde çetrefilli bir meseleyi mercek altına alıp, birçok Yozgatlının da yaşadığı Amsterdam şehrinin çeşitli yüzlerinden ve kimi tartışmalı karakteristiklerinden bahsetmiştim. Mesela, dejenerasyonun zirve yaptığı bu güzelim “ortaçağ” kentinde şimdi yaşayan, sözde hümanist özde NetanYahucu, özellikle de bildiğim yerel bürokrasi içinde de yuvalanmış, ikiyüzlü, çifte standartlı “turuncu kalabalıklar” yanında, halkın ve aydın tabakanın ezici çoğunluğunun gerçekten insancıl, yardımsever, ırkçı ve ayrımcılığa karşı, okuyan, düşünen, donanımlı insanlardan oluştuğunu ve 18. yy‘da, rönesans ve reform hareketlerini müteakiben Aydınlık Çağı’nın da boşuna bu şehirde başlamadığını vurgulamıştım.
Aydınlık Çağı’nın başat ürünü olan “eleştirel tutum” ve ”insaniçincilik”, akılcılık ve hoşgörü gibi temel ilkeler ve bu uğurda verilen mücadeleler sayesinde ulaşılan günümüz refah toplumunun kökeninde neler ve kimler yatıyor mevzuuna da yine telgraf stiliyle kısa kısa döneceğimi belirtmiştim.
Gecen yazımda anlattığım bu şaşalı Eşcinseller Kanal Geçidi’ne ev sahipliği yapan Amsterdam, bu kente gelen binlerce turist gibi okuyucuda da tereddütlere sebep olmuş olabilir. Yahu, burası marjinal sapıkların yığıldığı yeni bir Sodom Gomora mı? Yoksa nevi şahsına münhasır, şirin, hatta mütedeyyin bir Kuzey Avrupa kenti mi?
Hem o hem de o diyesim geliyor. Şöyle diyeyim: Diyalektiğin kurucu babası ve Parmenides’in öğrencisi Elea’lı Zeno yaşasa, herhalde Aşil ve Kaplumbağa’nın yarışı vb gibi o meşhur paradokslarına (batıni çelişkiler), biraz da Karadenizli Diyojen’in agziyla ve şöyle bir başlıkla bir yenisini eklerdi: Olabilü de Olmayabilü de!
Mesele özetle şu: bu çok budunlu (etnisite), çok kültürlü, çok dilli, çok dinli ve çok tinli (ahlak) bir demografiye sahip bu şehir, eskiden Afrikalı Köle Taciri ve Amerikalı Kızılderili Katili iken (bkz. dipnot 1), Aydınlık çağı ve Hümanizma sonrası şimdi Saraybosna ve Srebrenica Kasabı Miloseviç’i yakalayıp yargılayarak mahkûm edip, ebediyete kadar zindana atarak merkezi Lahey’de bulunan Uluslararası Adalet Divanı’yla nihayetinde tarihte doğru yerde durmayı da başarmış. Bu şehir aynı zamanda sanat ve “eksantrik insan” kavramının (bkz. dipnot 2) yaratıcısı Piet Mondrian, “ışığın kaşifi” Rembrandt ve benzeri birçok sanatçının Alma Mater’i (Besleyen Ana) olmakla kalmamış; Güney Afrika’daki insanlık düşmanı Distopik Apartheid rejiminin yıkılması ve Mandela’nın özgür kalmasında başrol oynamış bir belediye yönetimine sahip bir şehir olarakta ünlenmiş. Ve de tarihte biraz daha da geriye gidersek, Rasyonalizmin babası; hayati tehdite karşın Engizisyonun yakıp yıktığı 1600’lü yıllar başında egemen din softalarına ve Amsterdam Sinagog tefecilerine başkaldırmış, Ansiyen (milat öncesi) dönem sonrası ve Al Gazali dışında gelmiş geçmiş en büyük filozof olarak bildiğim, Ethica’nin yazarı ve Adalet ve Hukuk savunucusu Spinoza’nın da Alma Mater’i ve çok sevdiği şehirdir de!
Ne var ki, habire vurguladığım gibi, aynı Amsterdam, aynı zamanda, önce Araplar, sonra Osmanlı, vb den sonra Afrika Fildişi sahillerinden Yeni Dünya’ya (Amerika) kadırgalar dolusu ilk köle ticaretini başlatan bir şehirdir. Ve de tarihte Nazi katliamına sessiz kalan ve bir kurşun atmadan şehri Alman ordusu ve Gestapo’ya teslim eden ve akabinde toplanan ve yük vagonlarıyla o zamanın Gazzesi olan, Auschwitz’in gazodalarına gönderilen Yahudilerin geride kalan ev ve mallarına çöken insan bozması fırsatçı zebanilerin de yaşadığı bir şehirdir. Acaba bu mu şu NetanYahu severliğine sebebiyet veren kuyruk acısı, demeden de edemiyorum!
Yani, sözün özü Amsterdam, Konfüçyüs despotizmine karşı ortaya çıkan Taoizm’in sembolü (İyi ve Kötü’nün iç içe girdiği) Yin ve Yang’ın adeta cisimleşmiş bir halidir.
Sular üstünde kurulu bini aşkın köprüsü ve pitoresk kanallarıyla Kuzeyin Venedik’i diye de tabir edilen Amsterdam “Redlight District” diye bilinen ve Sodom Gomora çağrışımları yapan kırmızı ışıklı evlerle dolu mahallelerin yanında, Katolik ve Protestan kiliseleri, Sinagogları, Budist ve Hindu mabetleri ve de son yıllarda yücelen camileriyle insanın ruhani bir havayı da teneffüs edebileceği bir şehir; ne diyorum, aslında devasa bir köydür. Gökdelenleriyle ne yazık ki gökyüzü kapatılan güzelim şehr-i İstanbul nere, daha altmış sene öncesine kadar isçi sınıfının yaşadığı evlerin birçoğunda banyo ve tuvalet olmayan Amsterdam nere?
Ancak!! Etik ve Estetik değerlerin bilincinde olan vizyoner planologlar ve liyakatli kent bürokrasisi sayesinde, şehir planlaması ve kültür tarihi bakımından muhafazakârlığın da kalesi yapmışlar burayı: Neo-liberalizmin, para babası multi milyarder Londra ve New York tefecilerinin gökdelen müptelası burda pek sökmüyor; herşey aslına uygun şekilde korunuyor; olduğu gibi duruyor.
Ta 13. Yüzyıldan kalma binaların halen gözü gibi muhafaza edildiği, Amsterdam otoyol ringi içindeki eski şehir, bu bakımdan, Paris, Londra gibi bir metropolden ziyade, insanda bir köy havası yaratır. Hele de bir emekli olarak her yere yürüyerek; olmadı bisikletle gider, egzoz dumanından ta 20 yıldan beridir temizlenmiş bir havada, kimi artık Türkiye kökenli güleryüzlü polislerle veya daha az güleryüzlü mahalle bekçileriyle şakalaşıp muhabbet ederek, dolaşıp günü tamamlarsınız.
Ben de tam bu eski şehrin merkezinde Waterloo Square diye bilinen ve adı Rembrandt ve Spinoza ile özdeşleşmiş ve de meşhur ‘bit pazarı’ sebebiyle adeta (olmaz olasıca) her turistin okuduğu rehberden tanıdığı bir mahallede otururum.
Temelinin evveliyatı ta 1600’lu yılların başına dayanan evim, o eski temeller üzerine 1905 yılında inşa edilmiş bir apartmanın 90’lı yıllarda geçirdiği tadilatla yenilenmiş. Arka balkonumdan baktığımda şimdi artık müze olmuş ve Rembrandt’ın yoksulluk dönemlerimden sonra artık tablo satmaya başladığı 1639 yılında karısı Saskia’ya sürpriz olarak satınaldığı evin salonunu, mutfağını ve de özellikle arka bahçesini görürüm. Bu bahçe yaklaşık yedi metreye beş metre genişliğinde, yani hemen hemen Rembrandt’ın ünlü eseri Gece Devriyesi’nin (NightWatch) ebatlarıyla (4.5 m. X 3.80 m.) da çarpıcı bir yakınlık gösteren boyutlardadır.
Yani?
Yanisi, sanatseverlerin affına sığınarak ve komşum müze müdürünün de bıyık altından gülerek desteklediği kendi sanat tarihi teorimi de burda ifşa etmiş olayım: evet, bana göre Rembrandt, şu an Devlet Müzesi’nde sergilenen ve adeta Hollanda Kraliyeti’nin “Kutsal Emanetleri”nden biri olarak görülen bu devasa tabloyu burada, şu benim balkonun altındaki evin bahçesinde yaptı. O zaman zira büyük bir bölümü halen su ile kaplı olan bu bölgedeki az sayıdaki binadan biriydi burası. Az sayıdaki öteki bir bina da bu Rembrandt Evi’nin arka sırtındaki, daha mütevazi, altında bir baharat dükkânı ve mercek yapma atölyesi olan ve gün boyu ablası Sara ve küçük kardeşi Gabriel’i geçindirmekle yükümlü Bento’nun (Spinoza) evinin de olduğu bina idi. Yani, şu anda oturduğum 1905 tarihli apartmanın eski temellerinde ta o zaman yükselen bina!
1500’lu yıllarda Kastilyalı “Kirli Izabel” (buralarda, Endülüs’te bir tek Müslüman ve Yahudi kalmayıncaya kadar yıkanmayacağım diyen) ve kocası Aragonlu Ferdinand’ın zulmü sonucu “Portekiz eyaletinden” kaçan ve aynen o tarihlerde Osmanlı’nın da kabul ettiği gibi, Hollanda’ya sığınan Sefarad Yahudilerinden bir aileye mensup Spinoza bu. Akşamüstü baharat dükkânını kapatınca bir taş atımı mesafedeki sinagoga gider, orda, çok zeki olduğu bilindiği için bizzat başhahamdan Talmut eğitimi alır. Ancak zekâ ve akıl bu ya; rahat durmaz, vicdanının aesini dinler ve sonu aforoz ve sürgünle bitecek şekilde bu maddi menfaatlarla iççice geçmiş softa sitemi eleştirir.
Sinagog ’un kapısında sinagog cemaatına mensup bir meczup tarafından bıçaklanır ve nihayetinde Ethica ve başka saysız felsefi eserleri yazacağı İsviçre’ye kaçar.
Şimdi ben onun dükkânının üstünde bir evde otururmuş bu yazıyı yazıyorum. İşe bak, Ironiye buyur.
45 sene önce Amsterdam şehrinde sokakta gurbet türküleri mırıldanarak dolaşırken, tesadüfen Türkiye’den gelmiş birine rastlasam, heyecanlanır, hasret giderir hemen eve çaya davet ederdim. Şimdi sokağa çıktığımda yüz kişiden yirmisi Türkiye kökenli, yüksek donanımlı genç insanlarla karşılaşıyor ve necisiniz, niye burdasınız diye soruyorum. Umumiyeti doktor, biraz sözelci Alfa ve az bir hukukçu, işletmeci vb gibi Gama, sonra epey yüklü bir sayıda sayısalcı Beta’nın tüm varyantları; yapay zekacı, elektrik-elektronik mühendisi, ya da başka mühendislik alanlarına mensup yüzlerce genç insan! Ve de sanatçılar, müzisyenler, ressamlar! Var da var bu eskiden vasıfsız Anadolu Köylüsü ’nün geldiği “el kapılarında”. Hollanda bunlara anında oturma ve çalışma izni veriyor. Bedava Beyin nihayetinde. Yazık, dişinden tırnağından artırarak verdikleri vergilerle bunları okutan memleketimin gariban işçi-köylü-memuruna. O masmavi denizleri, dumanlı dağları, yemyeşil ovaları ve çağıl çağıl akan nehirleriyle bin yıllar boyu her türlü uygarlığı yaşatmış güzelim Anadolu’da ekmek bulamayıp, özellikle de “nefes darlığı” çekerek, bu zemininde kumdan başka bişey olmayan ancak bol oksijenli Kurbağalar Ülkesinde, ekmek aramaya gelmişler.
Yazık olmuş bize!
Yazıklar olsun buna sebebiyet verenlere!
“Onların da sonu el kapıları olur Inşallah!” diyesim de geliyor ama yazımı bir beddua ile sonlandırmak istemiyorum.
Sağlıcakla! ****
NOTLAR
NOT : 1
Yine 1600’lu yılların başında engizisyondan kaçarak, Kuzey Amerika’da ilk kolonileri kuran, büyük bir bölümü İngiliz kökenli ve Leiden ve Amsterdam ikametli Püritan Protestan Hristiyan Hacıları, bindikleri Mayflower adlı gemiyle şimdiki Plymouth çevresinde bir yere çıkartma yaparlar. Perişan halde karaya çıktıktan sonra, bu bölgede yaşayan Kızılderililerin destek ve yardımlarıyla ayakta kalırlar. Iyi niyetleri istismar ederek, ellerinde ateşli silahlarla Kızılderililerin tohumluk mısırlarını çalıp, aç bırakan bu fanatik topluluk aynı zamanda Avrupa’dan getirdikleri çiçek hastalığı mikrobuyla da Massasoit ve Pokanoket gibi bölge Kızılderili kabileleri nüfusunun büyük bir bölümünün yokolmasına sebebiyet verirler.
Şimdi mesele şu: Amerikan hükümetlerini iktidara getirip geri indiren, özellikle de Bush, Trump gibi devlet başkanlarını bir marionet gibi kullanan ve şu anki Gazze Katliamını finanse edip, NetanYahu’yu iktidarda tutan da bunların soyadlarından belli de olan torunları, Neo-Con diye bilinen köktendinci Amerikan Hristiyan lobisidir.
NOT : 2
“Eksantrik insan” kavramı, sosyal antropojinin temel kavramlarından biri olup, özellikle insana ve mesela şempanzeler gibi sübhüman varlıklara haiz “empati” yeteneğini vurgulayan bir kavramdır. Başka deyişle, insan hem santrik (yani kendi merkezinde duran ve adeta “ben bir vücudum” diyebilen) bir varlık, hem de EXsantrik, yani kendi merkezini, santrasını terkedip, başka santralardan; başkanlarının gözüyle kendine bakarak, kendini değerlendirebilen, sadece santrik bir varlık olan hayvandan farklı olarak, kendi varlığının farkında olan; bu özellik sayesinde “ben bir vücuda SAHİBİM” de diyebilen, içgözlem ve Tefekkür edebilme dispozisyonlarına sahip bir varlıktır.