“Hüseyinciğim Kırkaltı senedir gurbette yaşayan bir akademisyen olarak senin bize anlatacağın bişeyler olmalı. Nihayetinde bizim en eski muhabirlerimizdensin ve daha yetmişli yılların ortalarında henüz genç bir delikanlı iken bize Boğazlıyan’dan, “harman yangını”, “traktör kazası”, “on bin markını çaldıran gurbetçi” vb gibi yerel haberler gönderirdin. Şimdi çalıştığın üniversiteden de emekli oldun, yeterince zamanın vardır. Eski mesleğine taze kan ve yeni bir elan vermenin de tam zamanıdır. Sana bir köşe ayırıyorum” diye telefon görüşmesine başlayan baba dostu, duayen gazeteci, Osman Hakan abinin, teklifine hiç düşünmeden evet dedim. Nihayetinde Seneca’nın çağdaşı ve Kordoba’daki komsusu Endülüslü İbni Rüştü’nün de dediği gibi: Roma Locuta, CausaFinita!”. Ya da: Roma (bu bağlamda Kadim Gazeteci Osman abi) konuşmuşsa, Mesele bitmiştir!
Eh, zaten tüm mesleki yaşamını, önce tebeşir, kalem ve sonralarıda klavye ile geçirmiş; ekmeğini hep yazarak kazanmış bir insan olarak memleket argosunda şimdilerde PTT’ci (Pijama, Terlik, Televizyon) diye tabir edilen, emekliliğin apatikleştirici kara deliklerine düşmemenin de en güzel yolu, yazarak düşünme işini başka mecralara transfer ederek sürdürmek değil midir?
Haftalık bir frekansla başlamayı düşündüğüm yazılarım, eski anılar, pedagoji-psikoloji ağırlıklı popüler bilimsel konular ve “gurbetten haberler” ekseninde yoğunlaşacak tabiatıyla. Aynı zamanda sanat ve sanat tarihi, evrensel ve toplumsal ahlak, “Hakikat”’e dair içgözlemler, vb. gibi felsefi konuların yanında, yaşadığım şehir ve gidip, gezip gördüğüm yerlere dair gezi notları ve okuyup etkilendiğim kitap tavsiye ve eleştirileri de yazılarımın içeriğini oluşturacak.
O halde Bismillah deyip, yaşadığım şehir Amsterdam’ı bu günlerde meşgul eden ihtilaflı bir konuya eğilerek ve de Ibn Haldun’u örnek alan, Fransız toplumbilimci PierBordieu’ye ait olduğunu sandığım şu sözle açayım bu ilk yazımı. “Habitat (yaşadığın çevre) Habitus (davranışlarını) yaratır” der Bordieu. Bu deyiş herkes için olduğu gibi benim için de geçerli kuşkusuz. Ancak kimi durum, olay ve olgular vardır ki, alıştığın davranış ve düşüncelerin, yaşadığın çevrenin egemen normlarına uymamakta direnir ve seni, haklılık ve uyumsuzluk arasında bir gelgitte, psikopatolojide “Kassandra Sendromu (“kimse farkında değil ama haklılığım bir gün ortaya çıkacak”) diye bilinen bir açmaza sürükler.
Nedir İşin esası beni yine durup dururken yaşadığım çevrenin egemen normlar sistemine uyumsuz hale getiren bu konu; nedir bu, bugünlerdeburdaherkesi bu kadar ilgilendiren “Amsterdam GayPride” ve onun arkasında yattığını bildiğim ikiyüzlülük?
Diyeceksiniz ki: “be adam, şu günlerde giderek azgınlaşan enflasyon canavarı, yükselen işsizler ordusu, açlığa mahkûm edilen emekliler, diploma hırsızlığı, vb. gibi Türkiye kamuoyunu paralize eder nitelikte ortada duran bir sürü mesele varken, şimdi sen Amsterdam’da başkaldıran marjinallerle mi uğraştıracaksın bizi? Başka konu mu bulamadın?” Doğrudur.
Ancak biz de böyle bir toplumda yaşıyoruz ve nasıl yaman bir paradokstur ki, sabah akşam dinlediğimiz haberlerin ana teması, asansörde karstlaştığımız komşuların illa da konuşup paylaşmak istediği tarz konular bunlar. Pazar çantası, çocuğun okul masrafları vb. tamamen muhayyile dışı meseleler burda. İkiyüzyılyil önce din ve mezhep savaşlarını sonlandırıp, önce sanayi devrimini gerçekleştirip refaha kavuşan, sonra, milenyum başıyla birlikte post-endüstriyel Bilgi Toplumu’na giren, şimdi de akılalmaz bir hızla Dijital / Yapay Zeka Toplumu’nun altyapısını kurmakla meşgul olan bir memlekette insanlar demek ki böyle şeylerle uğraşıyor. Her neyse.
Bu tarz “gurbetten haberler”le belki bir nebze de olsa, ailemin geriye kalan kısmının ve eş-dost-akraba ve arkadaşlarımın da zor şartlarda yaşadığı güzel memleketimin distopik hal-i ahvaline bir ayna tutmuş, kimilerinin kafasında bugüne ve güzel bir geleceğe dair var olan “acaba” sorularına bir yenisini eklemiş olurum. Aydınlık çağının ilk işaret fişeğini atan Rene Descartes’in “CogitoErgoSum” deyişiyle vurgulamak istediği, asıl olarak “Düşünüyorum…” değil, “Kuşkulanıyorum, o halde varım” saptamasıdır nihayetinde. Kuşku geliştirir, eleştiri ilerletir.
Dönelim konuya. Amsterdam şehrinde geçen hafta eşcinsel, veya çokcinsel insanların bayramı niteliğinde bir Kanallar Geçidi (Gay Canal Pride) yapıldı; haftalar öncesinde de böylesi çokkültürlü ve dolayısıyla çokdinli bir toplumda tartışmalar süregeldi.
Amenna. Özgürlük ve gerçek demokrasi de işte bu olsa gerek diyesi geliyor insanın; herkes, hiçbir cinsel, dinsel, tinsel, etnik köken, vb ayrımı gözetilmeksizin istediği gibi yaşayabilmeli ve kendi inanç, hayat görüşü ve normatif değer sistemleri oylumunda hayatına yön verebilmelidir. Amenna.
Daha iyi bir dünyada ve toplumda yaşayabilmek için fikir üreten ve hatta çekinmeden canını veren insanların amacı ve tarihte genelde tüm ilerici hareketlerin de esası bu değil midir zaten?
Ancak, daha öncelerden farkettiğim ve gecen hafta o bayramın sabahı deneyimleyerek gözlemlediğim kadarıyla kazın ayağı pek de öyle değil.
Bu Kanal Geçidi’nde yüzen yüzlerce teknenin fiyatları bir defa on milyon eurolarla telaffuz ediliyor be adem!; bunlar baskı ve zulümden yılmış, cinsel, dinsel, vb tercihleri sebebiyle kaçıp göçen, bayrak çekip, yeter! diyen gariban proleter takımı değil yani. Ve garabeti geometrik katlamayla ifade edecek olursak: benim eve bir taş atımı mesafede daha bir ay önce “Gazze’yi tek bir Filistinli kalmayıncaya kadar temizleyeceğiz” diyen Kudüs Kasabı lakaplı İsrail “devlet büyüğünün”, yaptığı Holokost Müzesi’nin açılışında alkışlayan güruhun büyük bir bölümü de bunlardan oluşuyor; birçoğunu mahalleden tanıyorum zira.
Ey, doğmasak da doyduğumuz şu güzel memleketin eşcinsli, çokcinsli veya tekcinsli, her neyse, ama her halükârda cifte standartlı, hipokrit yüzlü vatandaşı ve de özellikle de hükümet eden ikiyüzlü, bir bölümü itibariyle yabancı düşmanı, yönetici takımı:
Spinoza’ya, Rembrandt’a, Johan de Wit’e ve bu memleketin yetiştirdiği diğer tüm özgürlük ve aydınlık savaşçısı insanlara azıcıkta olsa layık olabilmek için, birçok Avrupa ülkesini takiben nihayet geçen hafta (1 ağustos 25) Fransa, Kanada, vb gibi ülkelerin bile Eylüldeki ilk birleşmiş milletler genel kurulunda tanıyacağız dediği Filistin devletini tanımamak için kırk dereden kırk su getirme hokkabazlığını bırakın!
Ve, bu eş-veya çokcinsel insanların haklarını koruyup gözetiyormuş gibi, milyonluk projelerle insanların gözünü boyamaktan da vazgeçin. Uygar olun biraz uygar!
Bu memleketin toprağında yatan büyük sosyolog Norbert Elias’ın (bkz. Uygarlık Tarihi Üstüne eseri) kemiklerini sızlatıyorsunuz. Ey, çok paralı, boş kafalı turuncu sürüsü! Yazık size!
NOT: bu metinde geçen kimi ifadeleri yaklaşık iki hafta önce Amsterdam’da yerel bir gazetede yayımladım. Ve bu sert eleştirilerimden sonra birkaç komşumun yan yan bakması dışında hiçbir tehditle de karşılaşmadım. Gelecek hafta konuyu ikinci bir yazıyla sürdürüp, bu toplum buraya nerelerden geldi?; biraz da Aydınlık Çağı’nın ürünü olan bu “eleştirel tutumun” yarattığı refah toplumunun kökeninde kimler yatıyor mevzuuna da yine telgraf stiliyle kısa kısa değineceğim. Sağlıcakla.