Günümüz için “yaş otuz beş” artık delikanlılık çağı sayılır; Cahit Sıtkı’nın aziz hatırasından izin alarak fiziki anlamda yolun yarısını “altmış beş” olarak tashih etmek istiyorum. İyimserliğin ve yaşamayı sevmenin kime ne zararı var?
Nitekim evvel zamanda Dedem Korkut, şanlı Oğuz beylerine “ömrün uzun olsun” diye dua ederken “üç otuz on yaşın dolsun” derdi. Şeyh Edebali de “insanı yaşat ki devlet yaşasın" demiyor muydu?
Eğer Dedem Korkut şimdiki zamanda yaşasaydı, ortalama ömrün uzadığını ve orta yaşın 85’e kadar sürdüğünü veya başka bir ifadeyle yaşlılığın 90’lı yaşlarda geldiğini görseydi, duasını belki de “dört otuz on yaşın dolsun” diye güncellerdi.
Hoş, böylesi hüküm cümlelerine elbette geleceğe ve ömre dair temenni, dilek, arzu olarak bakmak gerekir. Eğer aksi olsaydı “yaş otuz beş yolun yarısı eder” diyen şairin 70. yaşını görmemiz gerekirdi. Ne yazık ki ellisine bile varamadan göçüp gitmişti.
Benim de çok yakınımdan son günlerde “yukardakinin 70’e kadar beni çağırmamasını diliyorum” diyen bilim insanı ve şair Ali Abbas Çınar 63’te; yapacak dünya kadar işi olan Yakup Ömeroğlu 58’de; tam olgunluğunun meyvelerini toplayacağımız zaman Muhtar Kutlu 73’te göçünü topladı. Yolun yarısı altmış beş olsun diye ümit ederiz ama ölüm, on beşinde, yirmisinde nice körpe fidanların da toprağa düştüğü gibi “sıralı deriz/sırasız gelir” çoğu zaman.
İnsanoğlu bazen ölüm ve sonrasına dair belirsizliği, bilinmezliği, muammayı sayısız eskatolojik mitle aydınlatmaya çalışırken; Kur’an’ın “her nefis ölümü tadacaktır” ayetindeki hükme veya Karacaoğlan’ın “üryan geldim yine üryan giderim/ölmemeye elde fermanım mı var” mısralarındaki çaresizliğine rağmen dünyada daha uzun süre kalmak için türlü gerekçeler üretmiştir.
Mesela Fazıl Hüsnü Dağlarca “söyle sevda içinde türkümüzü/aç bembeyaz bir yelken/neden herkes güzel olmaz/yaşamak bu kadar güzelken/insan dallarla bulutlarla bir/aynı maviliklerden geçmiştir/insan nasıl ölebilir/yaşamak bu kadar güzelken” mısralarında ölümü hayattan ebediyen mahrum kalmak olarak tanımlar.
Yahya Kemal ise “Eylül Sonu” adlı şiirinde “ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor/lâkin vatandan ayrılışın ıstırabı zor” mısralarıyla, gelmesini istemediği ölümü vatandan ayrılmak olarak ifade ediyor; belki de yaşama arzusunu böyle estetize ediyor, ulvi bir gerekçeye bağlıyor.
Başka bir vesileyle de “ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazin/bir çare yok mudur buna ya Rabbü'l-âlemin” diyerek yaşlanmayı “köhnemek” olarak tanımlıyor. Ruh ve beden olarak hayata son derece bağlı olduğu anlatılan Yahya Kemal’in bu sözle hayatı henüz tanımamış delikanlıların “hızlı yaşa genç öl cesedin güzel olsun” sözüne kıymet vermiş olabileceğini düşünmüyorum. Onun Yaradan’dan talebi “yaşlanmadan yaşamak” olmalıdır. Bugünkü neslin icadı olan “yaş almak” deyimi de böyle bir arzudan doğmuş olmalı.
Ancak aşka düşmüş bir delikanlı üslubuyla şiirler söyleyen Karacaoğlan için elbette “söyleyeyim başa gelen hâlleri/çok çektim ölümden beter ayrılık” mısralarına yansıdığı gibi ömrünün baharında bir gencin duygu dünyasında ayrılık, ölümü gölgede bırakabilir. Hoş “delikanlı” ile “serdengeçti” arasında da böyle bir uyum yok mudur? Bu anlamda yaşlı ve gencin hayata bağlılığı “fidan” ile “çınar”a benzetilebilir. Belki de bu anlamda ölümsüzlük körpe bir fidanken kırılmak değil; toprağa kök salmaktır. Bazen de ölümsüzlük Atsız’ın Şehit Pilot Kâmi için söylediği şiirdeki gibi “ileriye atılmak ve sonra dönmemektir”.
Gündelik hayatta karşı cinse duyulan ve “vuslata erince yok olan” aşırı sevgiyi ifade eden aşk, tasavvuf ehlinin gönlüne girince ilahileşir; orada kavuşmak ölümsüzleşmenin ilk adımı olur. Mevlâna ölümü vuslatın töreni yani “şeb-i arus” ifadesiyle düğün olarak tanımlıyor ve yok olanı değil başlayanı anlatıyor; böylece ölüm, ölümsüzlüğün başlangıcı oluyor.
63 yaşında dünyasını değiştiren Peygamberinin sevgisiyle yanıp tutuşan derviş için hayatın kalan kısmı çilehanede geçecek bir zamandır ki “ölmeden önce ölmek” biraz da böyle bir şeydir. 63 yaşına girince bu çileye talip olan sayısız derviş arasında Hoca Ahmet Yesevi Türk dervişlerinin yol başçısıdır.
Kuşkusuz hayatı sevmek için yaşamış olmak, tecrübe kazanmış olmak gerekir. Beş-on yaşındaki çocukla kırk-elli yaşındaki birinin anne ihtiyacı ve arayışı aynı olabilir mi? Biri için temel ihtiyaçlar; diğeri için anılar ve özlemler vardır. Belki de uzun yaşamak, anlatacak çok şeyi olmaktan ziyade geride kalanların anlatacağı veya sürdüreceği şeyler bırakmaktır.
“İyi insandı” veya “iyi bilirdik” sözlerine muhatap olabilmek, insana bıraktığı güzel anılarla bir müddet daha yaşamayı sağlayabilir. Bu müddet kimileri için üç-beş yıl; kimileri için üç-beş asır, kimileri için belki üç-beş bin asırdır. Ama unutulmak denilen nihai ölüm sıradan her insanın başına mutlaka gelecektir.
Nitekim unutulmazlar arasına karışan az sayıdaki insan da acaba ölümsüzlüğünü biliyor mu? Bunun cevabı eskilerin tabiriyle “Allahu’l- âlem” yani "Allah bilir" olabilir. Onun için ölümsüzlük unutulmamak değil; unutulmaz şeyler bırakmak diye tanımlanmalı. Tekerleği veya ateşi bulanı, buğdayı ilk ekeni biliyor muyuz? Ama bıraktıkları ne kadar ölümsüz değil mi? Ölümsüzlük tekerin dönmesi, ateşin yanması, buğdayın başak vermesi olmalı.
Onun için bana göre insanın sonsuzluğu veya ölümsüzlüğü bende değil bizde; ferdide değil anonimdedir. Tıpkı kınalı veya nasırlı ellerin eseri olan halıların yaratıcılarını bilmediğimiz ama halıların hep var olmaya devam etmesi gibi.
O nedenle dünyada insan oğlu varsa insanlık namına “ben”in kişisel yolculuğu bitimsiz yolun şurasında veya burasında bitse ne çıkar? Ürettiğin bir şey yakınlarının, milletinin, insanlığın varlığına katkı sağlıyorsa korkma onun kullanıldığı bütün zamanlarda varsın, o süre zarfında ölümsüzsün
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ