Prof. Dr. M.Öcal Oğuz

BOZOK YAZILARI

KÜLTÜR ŞART…

Efkâr ve hüzün, bizim kültürümüzün birer zevk ve keyif alanıydı ve geçmişten günümüze şiirimizim, müziğimizin hâsılı sanatımızın en güçlü esin ve insanımızın mutluluk kaynaklarıydı.
“Arabesk”, “dolmuş müziği” veya “yoz müzik” gibi adlandırmalarla ve seçkinci bir yaklaşımla küçümsenen müzik türü de halk kültüründen ve halkın müzik geleneğinden esinlenerek yeni kentin olağan dışı şartlarında var olmuştu.
Benim uzmanlık alanım olmadığı için müzik türlerinin kendi içindeki sanatsal niteliğiyle ilgili ayrıntıya giremem ama bu müziğin kültür kodlarının halk kültürüne yaslandığını, şarkı sözlerinin tema, motif ve vezninden, enstrümanının gelenekten ve daha çok da âşıklardan ve mahalli sanatçılardan ödünçlenmiş olmasından hareketle söyleyebilirim.
Son zamanlarda can yakıcı ve can sıkıcı bir hâl alan “kadın cinayetleri” konusunda öne çıkan "karşılıksız sevgi" veya “anlaşamayan çiftler” konusunda öteden beri çok net olan Türk kültürünün tavrı, arabesk denilen müzik tarzında ve bu tarzla özdeşleştirilen gecekonduda da bir şekilde korunmuştur veya en azından doğruluğu savunulmuştur.
Türk halk kültüründe “aşk”, “sevgi” veya “tutku” gibi duygular, karşılaştıkları olumsuzluklarda “kader”, “kısmet” ve “nasip” gibi teskin edici kavramlarla dizginlenirdi. Kontrol edilemeyen duygular “kara sevda” olurdu ama duygularını kontrol edemeyenler yeni kentin muhakemesizlik ortamında yetişen erkekler gibi “katil” olmazlardı.
Eski kentin klasik şiirinin gazellerine yansıyan aşk estetiği, “âşık-sevgili-rakip” ekseninde kurulduğu için orada zor ve zorbalık, kendine hiç yer bulamazdı. O kültürde sevgiliden iltifat görmek isteyenin sanat diliyle yalvarmayı bilmesi, "naz" karşısında sabırlı, "hayır" karşısında tahammüllü olması gerekirdi.
Kerkük türküsünün “bir güzeli sevip de alamazsan/ismini âleme rüsva eyleme” diyerek, bırakın şiddeti veya cinayeti, kadının bu sevgiden görebileceği manevi zararı bile önlemeye çalışan duyarlılığı, bu estetiğin zirvesinde yer alırdı.
“Zalım anan seni bana vermezse/sen bana ağabey de ben sana bacı” diyen Afyon veya “âşık gibi sevmezden kardeş gibi sev beni” diyen İstanbul türküsünde yeni kentin muhakemesizlik ortamının “zorbalık” veya “magandalık” gibi tavırlarından hiçbir iz bulunmazdı.
Diyarbakırlı delikanlı da kaderini ve kederini “nasıl verem olmayım/eller sarıyor seni” mısralarıyla dışa vurur, teselliyi türkülerde bulurdu. Halk kültürü de bu tavrı makul görürdü; ötesini suçla ilişkilendirirdi.
Bu kültür köyden gecekonduya da taşınmış orada da kadın-erkek ilişkilerine bu pencereden bakılmıştır. Arabesk denilen müziğin güçlü temsilcilerinden Ferdi Tayfur, “toprak olur taş olurum/yolunda yoldaş olurum/istersen gardaş olurum/merak etme sen” derken Kerküklü, Afyonlu, İstanbullu veya Diyarbakırlı delikanlıdan farklı bir tutum sergilemez.
Aynı türün bir diğer güçlü ismi Orhan Gencebay’ın “severek ayrılalım/aşka hasret kalalım/eğer mutlu olursak/yeniden barışalım” serzenişinde bize sanki halk kültürüymüş gibi sunulmak istenen “ya benimsin ya toprağın” magandalığının tehdit diline rastlanmaz.
Hâsılı kelam eski kent ve köy, kadına şiddet ve cinayet konusunda her hangi bir olumlayıcı tavır geliştirmemiş ve bunu sanata yansıtmamış ve ilk dönemlerinde muhakemeli bir kültür ortamına sahip olan gecekonduya taşımamıştır.
Önce “batsın bu töre” kalıp sözleriyle sinema filmlerinde karşımıza çıkan sonra bütün aile veya akraba içi travmaları, cinnetleri ve patolojileri “töre cinayeti” olarak tanımlayan yeni kentli bakış, bütün suçu, gelenek ve kültüre yüklerken öngörüsüz bir şekilde adi suça töre zırhı giydirmiş ve katile meşruiyet kazandırmıştır.
Töre üzerinden eski kentte, köyde ve köyün yeni kentteki uzantısı olan gecekonduda kültürel bir tutum olduğu sanılan kadına yönelik şiddetin ve cinayetin yeni kentin okuryazar ama muhakemesiz ve kültürsüz kuşakları arasındaki yaygınlaşma süreci de sorunu töreye bağlayan entelektüel kesim tarafından sağlıklı bir şekilde izlenememiştir.
Türkiye toplumu, önce büyük savaşların, sonra sert siyasal çalkantıların, ihtilallerin, anarşi ve terörün ve şimdi de dış göçlerin girdabında eski köyün irfanını, eski kentin eşrafını kaybetti. Yeni kentin burjuvası ise bu çalkantıların içinde kazanma telaşındaki birinci; harcama zevkindeki ikinci; bunun ikisi arasında denge kurmaya çalışan üçüncü kuşaktan sonra eşrafın yerini tutabilecek, yani kültürel bir kimlik ve görgüyle kenti yönlendirecek dördüncü kuşağı yaratamadı.
Bu da yetmez gibi, Avrupa burjuvazisi kent aristokrasisi içinde sonradan görmeliğini inkâr etmeyerek eski kentte olan veya köyden kente taşınabilir erdemleri kurduğu müzelerle, yaptığı sanat etkinlikleriyle, uygulama modelleriyle yeni kentte yaşatırken bizimkiler “redd-i miras” yoluyla eskiye sırtlarını döndüler.
Şimdi hatırlanmayan bir husus olarak ifade etmeliyim ki eski kent, eski köy ve yeni kentin ilk dönem gecekondularının mahalle veya köy odalarında, kahvehanelerinde karısını döven erkek suçlanır, aşağılanır; bundan vazgeçmeyene bırakın odada yer vermeyi sokakta selam dahi verilmezdi.
Kısacası biz, klasik şiirin gazellerindeki, halkın türkülerindeki ve gecekondunun arabeskindeki şiddet ve cinayet içermeyen kadın-erkek ilişkilerini eski kentte, köyde veya gecekonduda değil, yeni kentin yarı okuryazar ama muhakemeli kültürden nasiplenmeyen apartman bloklarında ve rezidanslarında kaybettik. Çağı ve çağdaşlığı, kendi gelenek ve kültürümüzle harmanlayamadık; kimimiz Batıya, kimiz Doğuya savrulduk.
BM’nin 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının dördüncüsü olan “Nitelikli Eğitim” hedefinin gerçekleşmesi için “eğitim şart” sloganında elbette ısrar etmek lazım ama artık “kültür şart” demeye de başlayalım.
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ