Türk insanı, Avrupa toplumunun beş yüzyıllık modernleşme öyküsünün küçük bir bölümünü oluşturan “maddeci” akımları, bir dönem çok ciddiye aldı. Buradan hareketle her türlü müsibetin/kötülüğün ardında “eski”yi ve “gelenek”i gördü. Bilen bilmeyen, aklı eren ermeyen herkes eskiden var olan ve devam eden her şey için “bu çağda...” diye başlayan galiz küfürler savurdu. Yöneten, bu gelenekleri anlamak, onların kültürel ve sosyal rollerini, önemlerini veya gerekliliklerini sosyal ve beşeri bilimlerin analiz yöntemlerini kullanarak anlamaya çalışmadı. Bu süreçte “toplum mühendisleri”, harika(!) çözümler üretti ve her şeyin iyi gittiği sanıldı.
Olmadı... Her şeyin iyi gittiğinin sanıldığı bir yerde, “gelenek” adına birileri başkaldırdı. Başkaldırı zaman içinde bir savaşa dönüştü. Savaş da tabiatı gereği aklı, aklı selimi, mantığı ve düşünerek çözüm üretme kültürünü öteledi.
Süre, kurulu düzen sahiplerinin aleyhine çalıştı. Köyden kente, aşağıdan yukarıya hızlı, güçlü ve dinamik bir hareketlenme yaşandı. Bu hareketlenme, verilen kavganın ruhuna bağlı olarak geleneğin lehine olmalıydı.
Olmadı... Geleneğin geçmişte deneyimleyip oluşturduğu içerikler, aşağıdan yukarıya hareketlenmenin yarattığı savaşın argümanları arasında yer aldı ama uygulama alanına giremedi. Herkes yeni bir savaş veriyordu ve silahları farklıydı. Madem kente, iktidara, paraya egemen olmanın denenmiş yolları vardı ve bu yollar kullanılmadan merkeze yürünemiyordu. O halde bu yollarda yürünmeliydi.
Geleneğin vurguladığı ve erdem olarak gösterdiği paranın pulun “biraz sende biraz bende” veya “hem sende hem bende” olma durumu ile “sermaye” kavramı çelişiyordu. Sermaye artırımı hiçbir şekilde “ben siftahımı yaptım, sen alışverişini komşumdun yap” diyen geleneksel ahi esnafının tutumuyla gerçekleşemiyordu.
Nitekim gelenek adına yola çıkanlar da kapitalin bir yerde birikmesini sağlayacak yeni tarzlar oluşturdular. Bu süreçte geleneğin kimi uygulamaları, iktidar kovgunu “maddeciler”e karşı farklılık argümanı yaratmada kullanıldı, o kadar. Yani, “komşuluk” deyiminin, “komşu komşunun külüne muhtaçtır” atasözünün veya “komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisinin biçimlendirdiği ahilik geleneği, merkeze yürümenin tek yolunun kapitali tek elde toplama kuralına dayandığı yeni dünya düzeninde, “atalarımızın hey gidi güzel günleri” vurgulu nostaljiler yaratmaktan öteye bir uygulama alanı bulamadı.
“Mescidin içi dururken dışı haram” sözü, içine doğduğumuz kültürün binlerce kez tekrarladığı bir sözdü. Mescit, yani bizi sosyalleştiren aile dışındaki ikinci toplanma yeri. Bu gerçek anlamıyla Mescit veya benzeri bir sosyalleşme mekanı olabilir, bu çekirdek ailemizin dışındaki geniş aile olabilir, oturduğumuz apartman olabilir, yaşadığımız sokak olabilir, çocuğumuzun gittiği okul olabilir, hafta sonları takıldığımız kahvehane olabilir, çalıştığımız işyeri olabilir. Geleneksel toplum, “aç yatan” veya “külümüze muhtaç” olan komşuyu buralarda bizzat arıyor ve buluyordu. Bu arama ve bulma çabası hem vereni hem alanı sosyalleştiriyordu. Çağın insanının en temel sorunlarından biri, sosyalleşme süreçlerinin kapitalist düzenlemelerle gittikçe azalmasıdır. Cep mesajlı bayram kutlamalarından Internet üzerinden hediye göndermeye veya sanal kurban kesmeye kadar uzanan bir çok teknolojik buluş sosyalleşme ve paylaşma süreçlerini baltalıyor.
İhtiyacı olan birini arayıp bulmak, onu incitmeyecek formüllerle yardımına koşmak, zahmetli bir yardımlaşma biçimidir. Unutmayalım ki gündelik hayatımızdan da kolaylıkla gözlemleyebileceğimiz gibi muhtaçlar son derece mahcup, dilenciler ise o denli “sosyal”dirler. İşte gerçek yardım o mahcupları bulup mahcup etmeyecek tarzda yardım etmektir.
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ