John Steinbeck’in izinde. 4. rota: Burlington ve Pazarören. Temmuz- Ağustos 2019
Bu, Çatırdayan Amerika adlı gezi yazısı dizimin beşinci ve şimdilik son bölümü. Yazı dizisine, John Steinbeck'in 1960 eylülünde çıktığı seyahat rotasını izleyerek, Kuzey ve Kuzeydoğu Amerika’da geçtiğimiz kent ve kasabaları anlatarak başlamıştım. Steinbeck’in, karısı Elaine’in 'kaprislerinden’ bir müddet uzaklaşmak için arkadaşı, makine mühendisi Ford’un da yardımıyla yaptığı, kamyonetten bozma bir karavanla (ilk karavan!) yola çıktığı bir geziydi bu. Don Kişot’un atına atfen Rozinante adını verdiği bu karavanla, yanında köpeği Charley’de olmak üzere uzun bir yolculuğa çıkmıştı. Tüm Amerika’yı, bir çember çizerek doğudan batıya, kuzeyden güneye kesen on binlerce kilometrelik; hem de ta o zamanın şartlarında aşılmış bir güzergah bu. Yaşadığı New York’tan çıkıp, Pensilvanya, Ohio, Montana ve Kaliforniya’ya ordan da güneye, Teksas, Louisiana, Mississippi eyaletlerine ve nihayetinde de tekrar kuzeye doğru yönelerek, Alabama, Virginia, New Jersey eyaletlerinden tekrar New York’a dönen Steinbeck, gittiği yollarda aldığı gezi notlarını daha sonra kitap halinde yayınlamıştır (bkz. Bölüm 1).
KORONA SEYAHATİ YARIDA KESTİ
Sözde ben de 2019’un yaz ve sonbahar aylarında yaklaşık aynı rotayı izleyerek gidebildiğim kadar gitmeyi planlamıştım. İlk etapta peyder pey sürdürmek üzere, önce kuzey Amerika kıyalarından “Vahşi Batı'ya”; ordan da 'her taşı altın olan' Kaliforniya'ya doğru uzayıp giden Gazap Üzümleri güzergahını geçmek istiyordum. Bu yıl, bu uzun yolun ilk bölümü olarak, New York – Boston – Burlington – Chicago rotasını izlemeyi planlamıştım. Ne var ki, korona salgını bu planları suya düşürdü, hayallerimi şimdilik rafa kaldırdı.
Yazı dizisinin ilk bölümünde de etraflıca açıkladığım gibi, beni bu geziyi yapmaya iten bazı motivasyonlar vardı. 1600’lü yıllar başında Kuzey Amerika’ya ilk çıkartma yapan misyoner hristiyan kolonistlerin açtığı yaraların; o zamanlar başlayıp, iki yüz yıl süren yerli katliamlarının ve Afro-Amerikan kölelerine yaşatılan zulmün izlerini bilfiil görmek istiyordum; aynen önümüzdeki yıllarda, ömrüm yeterse, Çin’e gidip orda Sincan’da Uygurlara yapılan zulüm ve köle muamelesini de görmek istediğim gibi. Ve bu izlerin büyük bir bölümünü de geçtiğim yerlerde gördüm. Ancak, beni bu geziye iten en temel motivasyon şüphesiz Türkiye’de Köy Enstitüleri’nin kuruluş fikirlerini kavramsallaştıran filozof ve pedagog John Dewey’in doğup büyüdüğü kasaba olan Burlington’u görmekti. İmkanlar elverirse orda arşiv taraması yapar, kim bilir belki de yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin köylüyü kalkındırarak kalkınma düşünce ve uygulamasına önemli katkılar sağlamış olan bu Köy Enstitüleri üzerine henüz gün ışığına çıkmamış bilgilere vakıf olurum diye de düşlüyordum. Gezinin bu son bölümünde bunu da nispeten gerçekleştirdim. O yüzden bu etabın varış noktası olan Burlington ve Dewey, bu son bölümün ağırlık noktasını oluşturacak.
Burlington’a varıp ordan tekrar Taylan’ın evine, Providence’e dönerken de gerek tabiat bakımından gerekse tarihi ve coğrafi özelliklere sahip çok müstesna yerlerden de geçtik. Özetle: kuzeydoğu kıyılarından ayrılıp, Lewiston, Lincoln gibi şehirlerden sonra, içerilere geçerek, ormanlık ve dağlık bölgelere girdik. Internet’in çoğu yerde çalışmadığı, yüzlerce kilometre uzanan kıvrım kıvrım dar orman ve dağ yollarının bulunduğu Conway bölgesi ve onu müteakiben White Mountains Forest diye bilinen Beyaz Dağlar Ormanlarında muhtelif motel ve dağ evlerinde konakladık.
Tabiat güzelliği yanında bir çeşit Amerikan şovenizmi de buralarda, liberal hayat tarzlarının egemen olduğu kıyılardan ayrılıp bu iç bölgelere girdikçe ilk göze çarpan özelliklerden. Bayram seyran olmasa da hemen her evin, çadır veya kulübenin camında bir Amerikan bayrağı asılı. Oysa arabası Trump posterli birilerine de pek rastlamadık buralarda!
Sıcaklığın kimi zaman 40 derecelere ulaştığı yerlerde Filip köpeği derelerde serinletip, zaman zaman da yolları şaşırarak göl kenarlarında mola verip dinledikten günler sonra Kanada sınırındaki Burlington’a ulaştık.
BURLINGTON
Atatürk’ün daveti üzerine Ankara’ya gelen ve Atatürk’le yaptığı görüşmeler esnasında Köy Enstitülerinin kuruluş fikrini ilk kez dillendiren filozof ve pedagog John Dewey demek ki burda doğup büyümüştü. Sanki rahmetli babamla karşılaşacağım gibi de irrasyonel bir his ve heyecan vardı içimde. Bu kasaba, Kuzey Amerika’nın Vermont eyaletinin ta kuzeyinde, Kanada’nın Montreal kentine bir taş atımı mesafede, tabir caizse ‘uyuyan şehir” görünümünde şirin bir yerleşim yeri. Hani John Dewey’de olmasa buraya neden gelinir diye bir hisle girdik kasabaya. Oysa, biraz daha inceleme sonunda buranın aynı zamanda 1773 yılında Boston’da başlayan ilk protestolardan yaklaşık elli yıl sonra İngiliz emperyalizmine karşı verilen bağımsızlık mücadelesinin en kanlılarından birinin yaşandığı yer olduğunu da keşfettik. Kasabayı çevreleyen Champlain gölü kıyıları askeri çıkartma için ideal yerler. Uzun menzilli toplara sahip kadırgalardan oluşan güçlü İngiliz armadası, 1832 yılında bu kıyılarından çıkartma yapmış ve direnişçilere büyük bir darbe vurup buraları işgal etmiş. Şimdi burdan kalkan feribotlarla 10 dolara New York’a gidilebiliyor. Sudan ucuz gibi geldi.
Konakladığımız orman evinden çıkıp daha gün boyu yaklaşık 300 mil (480 km) yoldan sonra akşam karanlığı basmadan vardık Burlington’a. Kalacağımız kiralık eve (airbnb) varmadan uğradığımız turizm danışma ofisinde, John Dewey’in doğduğu eve nasıl gidebileceğimiz sorduğumda, hemen cevap alamadım. Çünkü bu kasabada meğer bir değil birçok John Dewey varmış. Aynen, örneğin Yozgat’ta “Ahmet Türkoğlu” gibi birinin evini sormaya benzedi bizimki. Ancak ofiste çalışanlar tabi tahmin ettiler kimin evini aradığımızı. Henüz Google Map’in tam rafineleşmediği 2019 yılının ağustosunda, aldığımız adresle arayıp bulduk evi. Dewey, 20 Ekim 1859'da orta halli bir ailede, bizim Boğazlıyan’daki memur evimize benzer ancak çok daha kalafatlı, böyle bir evde doğmuş; Amerikan normlarına göre mütevazi denilebilecek, tahta perdeyle çevrili bahçe içinde üç beş meyve ağacı olan, sundurmalı, dört beş odalı şirin bir ev. Gün batmaya, sular kararmaya başlamışken, biz de yorgun argın kasaba meydanındaki marketten alışveriş yapıp sonra da kiralık evimize doğru yöneldik.
JOHN DEWEY
John Dewey, modern felsefe içindeki irrasyonel bir akım olan pragmatizmin, Peirce ve Mead gibi filozoflarla birlikte, kurucu babalarından. Ki, bu pragmatizm kavramını ‘yararcılık' anlamındaki 'ütilitarizm' ile karıştırmayalım lütfen. Ve elbette daha yaygın bilindiği gibi Dewey aynı zamanda, belki de ilk planda bir eğitim kuramcısı ve yenilikçisi. Onu tüm dünya 20. yüzyıl başından itibaren özellikle yoksul be feodal Japonya’ya, onu müteakiben daha da yoksul Meksika’ya ve sonraları da Türkiye’ye yaptığı ziyaretlerle tanımıştır; tüm bunların yanında özellikle de 20. yy.’ın en hümanist ve toplumsal angajmanı en yüksek filozoflarından biri olarakta tüm dünyada bilinir hale gelmiştir.
Ama ben onu 10 yaşımdan beri özellikle babamın hikayelerinden tanırım. Dewey, 1924 Temmuz'unun sıcak bir gününde, Atatürk'ün daveti üzerine, karısı ve küçük kızını da alarak (düşünün artık o zamanın şartlarını) Türkiye'ye geldi. Anti emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşından yeni çıkan Türkiye, yeni baştan inşa edildiği için dünyanın her yerinden, Dewey gibi mükemmel insanlar bu yeniden doğuşa katkıda bulunmak üzere severek, çünkü Atatürk'ün davetlisi olmaktan bir onur payesi çıkararak, akın akın Türkiye’ye geliyorlardı. Cumhuriyet’in ilk on yılımda yapılan teknolojik atılımın kökeninde de bu insanlar vardır zaten. Dewey’in, Atatürk’le yaptığı sohbetler esnasında dile getirdiği önerilerinden biri de (bence en önemlisi) Köy Enstitüleri kurma fikriydi. Zeki köy çocuklarının, pedagoji, felsefe gibi aydınlık ateşleyici bilişsel ve kuramsal bilgilerle donatılması yanında, sanatsal gelişimlerini destekleyen resim ve müzik yeteneklerini geliştirecekleri ve daha da önemlisi duvar örme, çatı yapma, at bakımı ve de şırınga ile iğne vurma, kadın doğum rehberliği vb. gibi yeni Türkiye'nin o an içinde bulunduğu en acil sorunlara cevap verebilecek bilgi ve becerileri edinebilecekleri bir okuldu bu köy enstitüleri. Amaç, öğrencileri altı yıl sıkı bir öğrenimden sonra edindikleri bilgi, beceri ve yeteneklerle donattıkları mesleki formasyonlarını tatbik etmek üzere geldikleri köylere geri dönmeleriydi.
PAZARÖREN KÖY ENSTİTÜSÜ VE BABAM
Bu çocuklardan biri de babamdı. Örneğin, çocukken hasta olduğumuzda kıçımızdan iğneyi bastıran, henüz Türkiye sosyo-politik yaşamında yılgınlığın çöreklenmediği 50’li yıllar öncesi estetik ahşap ve mobilya sanatıyla uğraşan, köylülerle mahsul verimini arttırmanın yolları üzerine saatler süren tartışmalar yaparak onları ikna eden, daha sonra da milli eğitim müdürlüğü öncesi öğretmen özlük hakları ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için çabalayan ve bu yüzden de başına gelmedik iş kalmayan ve nihayetinde yaklaşık 47 yıl süren 'devlet hizmeti' sonrası ileri yaşta yediği “sürgün” sonucu emekliliğini isteyen muhterem babam.
Relatif bir yoksulluk, ancak sıcak bir yuva atmosferinde geçen çocukluğumuzda akşamları annemin deyimiyle "Allah ne verdiyse" yedikten sonra babam mandoliniyle gesi bağları, telgrafın tellerine, vb. gibi harika bir iki melodi tınlatıp, Ömer Seyfettin’den, Kaşağı vb. gibi bir öykü veya Shakesperian tragedyalardan birini anlattıktan sonra (ki haksızlığa karşı çıkan Atinalı Timon mesela beni çok etkilerdi), gaz lambasının cılız ışığında biz döşeklerimize kıvrılır uyurduk. Sonraki yıllarda çocuk yaşta gittikleri Pazarören’deki okul binalarını ve dersliklerini nasıl yaptıklarını; ilk zamanlarda, çatısız damlarda uyuduktan, sabahları kalkıp üzerlerine yağan karı küredikten sonra çoğu zaman aç karnına atölyelerde nasıl işe veya dersliklerde derse başladıklarını anlatır, duygulanarak gözyaşlarını tutamazdı.
Bu okullar, Köy Enstitüleri, Türkiye'de özellikle Atatürk sonrası siyasi istismarcılığın ilk kez o Janus yüzünü gösterdiği 50'li yılların başında, her ne hikmetse önce toprak reformu karşıtı CHP’li toprak ağaları, sonra da “küçük Amerika olacağız” şiarıyla iktidarı kapan, zamanın “demirkırat” hükümetleri tarafından 21 Ocak 1954‘te alınan bir kararla kapatıldı. Gerisi tarih.
Ya babam? “Ey makus talihli güzel memleketim” diyerek zaman zaman serzenişlerini hatırladığım babamsa, Pazarören’in ona verdiği” ödev” doğrultusunda neler yapmamış ki? Önce binlerce öğrenci yetiştirip, binlerce dönüm taşlı köy meralarının temizlenerek, tahıl ekimine uygun ve verimli hale gelmesine katkı sağlayıp, tayin olduğu kimi köylerde ağaçlandırma çalışmaları başlatıp, köy delikanlılarına meslek kazandırma amacıyla marangoz atölyesi açarak, hastalanıp, hele de kış günleri kazaya gitme imkânı olmayan insanlara iğne ilaçla ilk yardım hizmeti sunarak, 25 yıl köy öğretmenliği; onu müteakiben bir 25 yıl da idarecilik ve milli eğitim müdürlüğü yaptıktan sonra, hayal kırıklığı içinde, “heyhat” diyerek emekliliğini isteyip köşesine çekilmiştir.
VE DÖNÜŞ YOLU
Omnia Venit ad Finem ya da “Herşeyin bir Sonu vardır”. Bu veciz söz, Endülüs-Kurtuba’lı İbni Rüştü’nün çağdaşı olmasa da de komşusu olan düşünür ve devlet adamı Seneca’ya aittir. Kısaca: Seneca, Roma imparatoriçesi Agrippina’nın küçük oğlu ve taht varisi Neron’u eğitip imparatorluğa hazırlamak üzere tekrar Roma’ya çağrılır. Seneca, 16 yaşına gelip imparator olduktan sonra ruhsal durumu iyiden iyiye bozulan Neron’un artık zaten “çatırdayan” Roma İmparatorluğu’nun nihayetinde çökmesine yol açan bir dizi akıl dışı eylemine, üzülerek şahit olur ve bu davranışların önüne geçmeye; sarayda yeniden makul bir idarenin tesisine dönük girişimlerde bulunur. Ancak tabir caizse, pis borulardan akıtılan suyla temiz bir havuz doldurulamayacağının da farkındadır bu deneyimli devlet adamı. Saray entrikaları ve iftiralar sonucu adeta elinde büyüyen Neron’un huzuruna çıkarılır. Neron, Seneca’nın kendisini gerçekten sevip sevmediğini ve cevap evetse bunu nasıl kanıtlayabileceğini sorar. Seneca’da “sizin istediğiniz her türlü kanıtı sağlamaya hazırım imparatorum” deyince Neron belindeki hançeri çıkarıp Seneca’ya verir ve “o halde bunu kalbine sapla” der. Ve Stoizm’in (insaniçinciliğin) kurucu babası büyük düşünür Seneca aynen inandığı öğreti gereği, hiç düşünmeden hançeri kalbine saplar!
Burlington’da ayrılıp bu kez de Green Mountains Forest diye bilinen Yeşil Dağlar Ormanlarını geçerek geldiğimiz Sandisfield kasabasına yakın bir yerde, orman içi bir bölgede kiraladığımız dağ evinin bahçesinde oturmuş yol yorgunluğunu atarken halen bu düşünce içindeydim. Omnia Venit ad Finem. Ya da “Herşeyin bir Sonu vardır”
Ey Türkiye Cumhuriyeti’nin, ahir zamanın o kadim öğretmenleri; içinde sevgili babamın da bulunduğu muhterem insanlar: Rahat uyuyun! Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu zor sosyo-ekonomik şartlara karşın, ta o zaman temellerini attığınız ve şimdi halen istifade ettiğimiz relatif refah, barış ve huzur ortamı, bir ömür boyu çektiğiniz çileler sayesindedir.
SON NOT
Yazı dizimin başlığı olarak kullandığım bu Çatırdayan Amerika İmparatorluğu kavramı, dizinin çeşitli bölümlerinde yer verdiğim birçok gözlem, bilgi ve belge ile görgül (ampirik) zeminlere oturttuğum bir yorum ve düşüncenin ifadesidir. Öte yandan bu kavram, akademik çevrelerde “Amerika sonrası dönem” (Post American Era) bahislerinde son 20 yıldır giderek sık tekrarlanan da bir kavramdır. Çoğu siyasal bilimcilerce de varsayılan böylesi küresel gelişim ve dönüşümü, benim bakış açımdan ve tarihsel bir dekorda şu şekilde özetlemek de mümkündür: dünyaya hükmetmenin yolları ve aşamaları, her devirde yeraltı zenginliklerine hükmetmenin aşamalarıyla koşut bir süreç izler:
19. yüzyıl buharlı gemiler ve buhar gücüne dayalı sanayi için gerekli kömüre hükmeden İngiliz İmparatorluğu’nun yüzyılı idi. Bu yolla İngilizler bir yandan makina üreten makina yaparak ağır sanayiye geçme önceliğini, öte yandan da buharlı gemilerle sıcak denizlere açılma ve Uzakdoğu’yu sömürgeleştirme imkânı kazanmışlardı.
20. yüzyıl okyanusötesi emperyal hedefler için gerekli petrolü ele geçiren Amerikan İmparatorlunun yüzyılı oldu. Bu yolla Amerikalılar, bir yandan yüzen bir kasaba büyüklüğünde, içinde en az beşbin kişinin yaşadığı, üstüne uçak konup havalanabilen devasa gemilerle kesin bir askeri süpremasyon elde ederken, öte yandan bu teknolojiyi rafineleştirerek uzay teknolojisine adım atma; insanoğlunun varoluşundan beri ilk kez dünya dışında bir yere ayak basma imkanı kazandılar.
21. yüzyıl’ın ise dijital ve post dijital (AI) ‘fetihler’ için gerekli yeraltı zenginliklerini çoktan beri tüm kara Afrika’yı ve uzak Asya’yı ‘kolonileştirerek’ elde eden Çin İmparatorluğu’nun yüzyılı olacağını görememek safdillik ve aşırı naiflik olur.
Sözün özü, Amerika bugün her ne kadar, 2. Dünya savaşından beri, 80 yıldır halen ekonomik, kültürel ve askeri alanlarda dominant bir güç sergiliyor olsa da, gerçek anlamda bir dünya önderi olma nüfuz ve özelliğini çoktan başta Çin ve belki de daha sonraları da Hindistan gibi diğer uzak doğu ülkelerine kaptırmış bulunuyor. Bu tezin geniş açılımlı kanıtları ve yaratılan algılardan çok ortada duran olguların alt alta yazılarak anlatıldığı gerçekler ve bilimsel veriler için bkz. Liberalizm ve Hoşnutsuzları. Francis Fukuyama, 2022 ve Kapital. 2013, Thomas Piketty.
Ancak!
Henüz çok değişkenli faktörlerin karşılıklı etkileşimi sonucu çeşitli yönlerde gelişme potansiyeline sahip böylesi bir jeopolitik trendin oturacağı nihai zemini; bir başka deyişle 21. yüzyılla birlikte “dünyanın efendisinin” hangi “imparatorluk” olacağını şimdiden tahmin edip düzgün yorumlayabilmenin güçlüğü de ortada. Ancak görünen köyün de kılavuza pek de ihtiyacı olmadığı ortada.
Amerikan devleti her ne kadar son yıllarda giderek dengesizleşen oligarkların yönetimine geçmiş olsa da her zaman onları denetleyip dengeleyerek, gereğinde frenleyen yerleşik bir Monteskiyandemokrasiye sahip olduğu (yani güçler ayrılığının işlediği) gerçeği de yadsınamaz.
Bunu, sadece bir dizi yaşlı adamın söz sahibi olduğu bir politbüronun alacağı kararla dünyayı diktatörce yönetmeye aday Çin için söyleyebilir miyiz, bilmem. Sonumuz hayırlı olur inşallah. Başka ne deyim?