Hüseyin SUSAM

GEZİ NOTLARI 1.1: ÇATIRDAYAN İMPARATORLUK AMERİKA

John Steinbeck’in izinde. Girizgah

Benimki biraz daha farklı olsa da çoğu gezi kitabı veya seyahatname 'olumsuz şartlardan' veya ‘yılgın ortamlardan’ kurtulmak için çıkılan yolculuklar esnasında yazılmıştır.

İthaka kralı Odysseus'un Truva savaşından sonra tutsak düştüğü ve Tepegöz’ün de yaşadığı adadan canhıraş kaçışı; Venedikli genç Marko Polo'nun, orta Anadolu'dan da geçerek Moğolistan'a yaptığı çileli seyahat, veya 1600’lu yılların başında, Fransız bağnaz kilise ikliminden bunalıp kaçan Dekart’ın (bkz. not 1), ya da benzer şartlardan kurtulmak üzere Rotterdam'ı terkeden Erasmus'un (bkz. Not 2) çıktıkları Avrupa seyahati esnasında yazdıkları metinler bu seyahatname türünün en bilinen örneklerindendir. Bu listeyi Evliya Çelebi, Aleksander Puşkin (bkz not 3), İbn Batuta vb. gibi daha onlarca maceraperest bilgin-seyyahla çoğaltmamız mümkündür.

Bunlardan günümüze en yakın ve benim bir solukta okuduğum ve çok etkilendiğim olanı da Türkiye’de Fareler ve İnsanlar, Gazap Üzümleri (bkz. Not 4), İnci, Cennetin Doğusu gibi kitaplarından tanıdığımız John Steinbeck’in, bir gezi romanı. Amerika’yı boydan boya yaptığı seyahat notlarının yer aldığı ve orijinal adıyla “Travels with Charley: In Search of America” adlı bu kitabin, bildiğim kadarıyla ne yazık ki henüz Türkçe çevirisi yok. Steinbeck bu kitapta, beraberinde, sağ koltukta oturan köpeği Charley ve arkadaşı, makine mühendisi (üçüncü kuşak Henry) Ford’un da yardımıyla evinin yanındaki sundurmada kendi yaptığı bir karavan (ilk Camper yani!) ile 1960 yılında yaptığı geziyi anlatıyor.

Hem karisi Eleaine’nin “artık çekilmez” dediği kaprislerinden kurtulmak hem de içinde zaptedemedigi bir merak yüzünden çıktığı uzun bir gezinin notlarından oluşuyor bu kitap.

Çok sevdiği Cervantes’in Don Kişot’unun atına atfen Rozinante adını verdiği bu Karavan, gezi esnasında kullandığı tüm araç gereç ve özel eşyalarıyla birlikte halen Kaliforniya’nın Salinas kentinde John Steinbeck Merkezinde sergilenmektedir.

Karavan’ın yapımı bitip yolculağa hazır hale geldiğinde Steinbeck arkadaşlarının anlatımına göre çocuklar gibi seviniyordu: “…Arabadan koca bir kamyon yaptım. Arkasında bir ev, içinde sobası, koltuğu, çalışma masası ve buzdolabı olan bir ev. Gittiğim her yerde evimde olacağım, Charley’de yanımda hem.”

Tüm Amerika’yı, bir çember çizerek doğudan batıya, yaşadığı New York’tan çıkıp, Pensilvanya, Ohio, Montana ve Kaliforniya’ya ordan da güneye, Teksas, Louisiana, Mississippi eyaletlerine ve nihayetinde de tekrar kuzeye doğru yönelerek, Alabama, Virginia, New Jersey eyaletlerinden tekrar New York’a donen Steinbeck, gittiği yollarda aldığı gezi notlarını daha sonra kitap halinde yayınlamıştır.

Ben de küçük oğlan Taylan’ın (bkz. Not 5) orda yaşıyor olması sebebiyle yaptığım bu ikinci Amerika seyahatimden çok önceleri varlığının farkına varıp okumuştum bu kitabi. Tabi, esas itibariyle oğlanı görmek için de olsa, seyahat edeceğim ve şimdi daha uzun kalabileceğim Amerika’da mutlaka yapmam gereken bir işin, Steinbeck’in izini sürerek, onunkine benzer bir seyahat yapmaktı. Gidebildiğim kadar gidip, keşfetmek istiyordum bu bir ucundan bir ucu uçakla beş saat süren devasa toprak parçasını. Birincil motivasyonum her ne kadar Steinbeck’in gezisinde aştığı yollar ve yaşadığı olaylar olsa da, ta küçüklüğümden beri tüm yaşıtlarım gibi çizgi romanlarda okuyup, uzun zamanlar etkisinde kaldığım Kızılderili kabile yaşamlarını da (ki bundan sonra Kızılderili yerine Amerikan yerlileri adını kullanacağım) yakından görüp tanımak istiyordum. Nerde yaşamıştı bu insanalar ve şimdi nasıl yaşıyorlardı; halen var mıydı barınak alanları, çadırları, atları, okları?

Amerikan orijinalinin, para kazanmadan başka gayesi olmayan yayınevlerince ve de “Küçük Amerika olacağız” söyleminin giderek egemen olmaya başladığı 1950’li yıllardan itibaren orijinalinden Türkçeye çevrilip okuduğumuz bu Teksas, Tommiks gibi (Ceylan Yayınları serisi) çizgi romanlarda hep kötü tanıtılan; kasabaları, kafileleri basıp, kafa derisi yüzen ve kolonistlerin KIZILderili adını verdiği, o işgal edilip yağmalanan toprakların gerçek sahibi Amerikan yerlileri yani.   

Daha sonra bilinçli yaşlarımızda, çocuk yaşta bize enjekte edilen propagandanın tam tersinin yaşandığının geç de olsa farkına varacaktık. Şimdi tam da zamanıydı tüm bunları yerlerinde gidip görmenin. En azından, görülecek bişeyler kaldıysa tabi. Mesela, 1800’lü yılların başında yaşanan büyük katliamdan sonra. Önce Püritan Hristiyan Hacılar ve Kolonistler, “altına hücum edenler”, sonra da Amerikan ordusu tarafından yürütülen irili ufaklı sindirme, topraklarından sürme ve yoketme saldırılarını müteakiben Amerika’nın orta, güney ve kuzey bölgelerinde daha sistematik, günümüz hukuk literatüründe soykırım (genocide) diye kanonize edilmiş yoketme politikaları yürürlüğe konmuş ve uygulanmıştır. Bunlardan en vahşisi, kuskusuz Northwest Indian War (1785–1795) diye bilinen ve Ohio vadisinde yasayan Shawnee, Miami ve Delaware kabilelerinin yokedilişiyle sonuçlanan savaştır.  

Merak bu ya. Seyahatim esansında buralara varıp görmek istiyordum. Yaşanan Amerikan yerli soykırımının izleri duruyor muydu halen?

Ayrıca Antropologların Soykırım (Genocide) yanında sözettiği Kökkırım (Etnocide) kavramı neyi anlatıyordu? Özetle: Bu Indian War’dan ve diğer bölgelerde uygulanan katliamlardan geriye kalan yerlilere karşı sistematik ve acımasız bir asimile programı başlatılmıştır. Ölmeyenleri yaşadıkları topraklardan sürmekle kalınmamış, özellikle Protestan Kilisesi önderliğinde bir kimliksizleştirme ve hristiyanlaştırma programı uygulanmıştır. Bu kiliseye bağlı manastırlarda toplanan çocuk ve gençler, dillerini unutturup, inançlarından vazgeçmeye zorlanmıştır. Karşı koyanlar kitlesel katliamla toplu mezarlara gömülmüştür (bkz. Genoma Indian Industrial School, Nebraska). Bu tür soykırım ve kökkırım uygulamalarıyla, başat Anglo-Sakson kültürel kodlarına göre bir yaşam tarzına zorlanan bu insanların nüfusu günümüz itibariyle nihayetinde yokolmaya yüz tutmuştur. 

Ya siyahlar? 17inci yüzyılın başından beri Kara Afrika’dan, hayvan sürüleri gibi kadırgaların bodrumlarına doldurularak getirilen ve yarısı yolda “telef olan” zenci kölelerin torunları! 1865 yılında Köleliğin resmen kaldırılmasından sonra neler olmuştu? 1960’lı yıllarda başlayan vatandaşlık taleplerine ilişkin protestolardan geriye ne kalmıştı?  İkinci bolümde burdan devam edeceğiz.

 

NOTLAR

Not 1:
Rene Dekart (yazılışı: Descartes, 1596-1650) Metodik Kuşkuculuk üstüne düşüncelerini formüle ettiği birçoğu eserin yanında ilk yazdığı Metot üstüne Söylem (Discourse de la Méthod) adlı eseriyle modern felsefenin ilk işaret fişeğini atan ve Rasyonalizmin de kurucu babası olarak bilinen Fransız filozofudur. Evveliyatında bir İlahiyatçı olan Dekart özellikle doğru bilgi nedir; nasıl erişilir, “Hakikat” nedir, Hakikate erişebilmenin yolu (Methodos) nedir, sorularına yanıt aradığı Bilgibilim (Epistemoloji) alanında eserler vermiştir. Bu Metot üstüne Söylem adlı eserinde, metodik kuşkuculuk yoluyla Varlık, Varoluş, Tanrı, Akil, vb gibi birbiriyle içiçe komplike metafizik konular üzerine girdiği tefekkür ve araştırma sonucu düşüncelerini bir cümleyle şöyle özetler: Cogito ergo Sum, ya da “Düşünüyorum, o halde Varım!” Dekart’ın burda kendine sorduğu ve cevap bulmak için izlediği üç metodik adım, yaptığı araştırma özetle şudur: 1. Dünyada, Varoluşta herşeyden kuşkulanıyorum: Ben (yani tanıyan özne) olduğum için mi dünya (yani tanınan nesne) var; yoksa benim dışımda, özneden bağımsız, bir gerçeklik mi var? 2. Aklım (ratio) sayesinde kuşkulanmamam gereken bir konu var mıdır? Cevabı: evet, bu düşünüyor olmamdır. Zira, düşünemesem, kuşkulanamam da! 3. O halde düşünebilmemi imkânlı kılan nedir? Cevap: Varolmamdır! Çünkü varolmasam, düşünemem de! Sonuç (Yani / Ergo) Düşünüyorum, ya da kuşkulanıyorum, o halde varım!      

Not 2
Desiderius Erasmus (…..-1536) Katolik kilisesinin 16. yy’daki despot uygulamalarına başkaldırarak yazdığı eserlerle aynı zamanda Hümanizm’in (insaniçincilik) kurucu babalarından Rotterdam doğumlu, Hollandalı ilahiyatçı ve filozoftur. En önemli eserlerinden biri olan Deliliğe Övgü adli kitapta da bu konuları işlemiştir.

Not 3
Sadece Rus Edebiyatı’nın değil, dünya edebiyatının da önde gelen yazar ve şairlerinden olan Alexander Puşkin (1799-1837) nesir ve şiir tarzındaki birçoğu eserinin yanında gezi yazıları da yayınlamıştır. Bunlardan en bilineni Osmanlı-Rus savaşı sırasında cephede gördüklerini yazdığı ve Erzurum Yolculuğu adını verdiği seyahatnamedir.  Gözlemlerini adeta bir gazeteci gibi objektif bir dil kullanarak yazıya dökmesi, savaş karşıtı tutumu ve daha öncelerden Çarlık aleyhtarı eylemleri olan Puşkin'in, bu sebeplerden dolayı yurtdışına seyahat etmesine izin verilmemiştir. Sadece Gürcistan'ın başkenti Tiflis’e kadar gitmesine izin verilmesine karşın Puşkin sınırdan geçip Osmanlı toprağına girmiş ve ta Erzurum’a kadar gelmiştir. Okunmaya değer bir seyahatname.  

Not 4
Benim bibliyografyam içinde çok önemli bir yer tutan ve ilk gençlik yıllarımda heyecanla okuyup uzun süre etkisinden kurtulamadığım Gazap Üzümleri romanı, aynı zamanda bu yazının konusu olan Kuzey Amerika gezisine de ilham kaynağı olmuştur. John Steinbeck'in 1939’da yayınladığı Pulitzer Ödüllü bu kitap, roman kahramanı Tom ve Joad ailesinin taşı toprağı altın umuduyla yola çıktıkları Kaliforniya’da, yaşadıkları acılar ve yolda ve orda başlarına gelen olayları hikayeleştirir. Bu olaylar dekorunda Steinbeck aynı zamanda Amerikan toplumunun içine girdiği fırsat eşitsizliği ve gelir adaletsizliğini ve 20. yy başıyla birlikte palazlanan vahşi kapitalizmin yarattığı ahlak çöküntüsünü anlatır. Roman tam da bu sebeplerle, Amerika’yı aşağılayıp kötü gösteriyor vb gibi gerekçelerle, Kaliforniya Kern County bölgesi sakinleri tarafından hiç hoş karşılanmaz ve yetkililer tarafından küçük düşürücü bulunarak yasaklanır. Sözün özü, tarih sadece bir yerde değil, çeşitli mekanlarda ve aynı anda ve aynı sebeplerle tekerrür edebilmektedir.

Not 5
Amerika da nerden çıktı, Taylan’ın mezun olduğu Hollanda üniversiteleri ya da master yaptığı Boğaziçi Üniversitesi yetmiyor muydu, bahsine dair kısa bir açıklama yapma ihtiyacı hissettim. Ki, benim gençliğimde, bildiğim kadarıyla Amerika’ya Türkiye’den ancak ben zenginim diyebilen adamların çocukları baba parasıyla gider, okur, ya da okur gibi yapar sonra da orda bir Dolce Vita hayatı yaşadıktan sonra dönüp babasının işyerinde hazır bekletilen yönetici odasında işine başlardı. Gençliğimde, 70’li yıllarda bizim için Amerika, halen bugün de giderek daha da beliğin bir profil çizdiği gibi sömürgen, emperyalist, kendi yerlilerini soykırıma ve kökkırıma uğratmış bir memleket idi. Orda da insan hakları savunucularının en iyilerinin yaşadığını hissetmemize, mesela Jack London gibi yazarların romanlarını okumuş olmamıza rağmen bu negatif Amerika görüntüsü, ‘haksızlığa başkaldırış” temelli dünya görüşümüzün oluşmasında önemli bir rol oynamıştı. Ve nasıl yaman bir çelişkidir ki, öte yandan kovboy ve mafya yaşamlarının anlatıldığı Hollywood filmlerini de hiç kaçırmazdık? Daha sonraları 90 ‘lı yıllardan sonra işin cılkı çıktı ve her türden, her renk, cins ve türden, beyinlisi beyinsizi, dinlisi dinsizi Anadolu’nun her tarafından yığın yığın insan aktı gitti bu okyanusötesi bilinmeyenler ülkesine.  

Ya bizim gidişimiz?

2017 Assos (Behramkale) Felsefe Sempozyumu’nda yaptığı bir sunum esnasında salonda Taylan’ı dinleyenler arasında bulunan Harvard kökenli Brown Üniversitesi felsefe departmanı başkanı Profesör Paul Guyer, Taylan’ı Boğaziçi’ndeki masterindan sonra doktora yapmak üzere Providence’e davet eder; dört aşamalı dil sınavından geçip sunduğu konuyla ilgili makalesini de yayınlarsa, doktora programına kabul ve gerekli burs için referans mektubunu bizzat kendinin yazacağını belirtir, gerisi tarih.

OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ