
FELSEFİ KURAMLAR VE MİTOLOJİK KISSALAR IŞIĞINDA AHLAK (ÇÖKÜŞÜ) KAVRAMINA DAİR KISA DENEMELER: 1. Kant’ın Niyetler Etiği ve Orpheus’un yanılgısı
1.1: Kant ve Niyetler Etiği
I. Immanuel Kant (1724-1804), dokuz çocuklu bir ailenin dördüncüsü olarak, daha sonra, 1850’lerle birlikte Alman İmparatorluğu’na katılacak olan Prusya Krallığı’nın Köningsberg kentinde doğdu. Kant, şimdi Rusya toprakları içinde kalan ve bugünkü adı Kaliningrad olan bu kentin üniversitesinde felsefe öğrenimini tamamladı. Daha ilginç olanı, tüm yaşamı boyunca evi ve üniversite arasındaki yolda mekik dokuyarak, bu kentin sınırları dışına da hiçbir zaman çıkmamıştır.

II. Kant, genelde Eleştirel ve Özeleştirel düşüncenin, özelde de aşkın idealist (transcendental) felsefi kuramlar bütününün, yani, Varoluşun, Bilginin ve Ahlakın, sadece doğrudan deneyimlerle ve duyularla açıklanamayacak tarzda, bilinci aşan, akıl (ratio) yoluyla da kazanılan bir karaktere sahip olduğunu savunan eleştirel-şüpheci düşünce akımının kurucu babasıdır.
Ancak Kant, henüz buralara, yani eleştirel rasyonalist felsefi düşünce tarzına varmadan, ilk başlarda deneyselciliğe dayanan jeoloji ve astronomi gibi pozitif bilimlerle uğraşıyordu. Kant’ın felsefesinde, bu deneyselci bilimsel anlayışı esas alan Görgülcülük (Empirisizm yada Ampirizm) akımın da büyük etkileri vardır. Bu akımın önde gelen sözcülerinden İskoçlu filozof David Hume’unkuşkucu düşüncesiyle tanıştıktan sonra Kant düşünce yapısında önemli dönüşümler yaşadı ve daha temel felsefi sorulara ve konulara yöneldi.

Hatta şöyle bir anekdot vardır ki, Hume, aynen Kant gibi çok sevdiği bilardo oyununa istinaden “bizzat deneyimleyerek, gözümle görerek bilgi sahibi olsam bile, bir bilardo topunun, diğerinin vurması sonucu (yani neden olarak) harekete geçtiğinden (yani sonuç yaratarak) bile kesin olarak emin değilim” diyerek deneyimlerin, yani görme duyusunun bile insanı yanıltabileceğini; bilgi nasıl kazanılır sorusuna neden-sonuç ilişkilerinin (kausalite) bile kesin bir fikir veremeyeceğini ifade etmiştir. İşte tam da bu şüpheci bakış açısıdır ki, “Hume beni dogmatik uykumdan uyanırdı” diyen Kant’ın eleştirel felsefi kuramlarının gelişip olgunlaşmasında Hume’un önemli etkilerini vurgulamıştır. *
Bu dekorda da bakıldığında daha net anlaşılacağı üzere Kant’ın eleştirel düşünceye dair tüm külliyatına şu üç temel soru üzerine çıktığı araştırmalar yön vermiştir: 1. "Neyi bilebilirim?", 2. "Ne yapmalıyım?" ve 3. "Ne umut edebilirim?". Aydınlanma’nın kıta Avrupası temsilcisi olarakta bildiğimiz Kant, bu üç sorudan hareketle külliyatı içinde en önemli yer tutan üç “Eleştiri” yazmıştır: 1. Birinci soruya cevap aradığı Saf Aklın Eleştirisi (epistemoloji konulu; yani bilgibilim üstüne) adlı ilk eser, bunu müteakiben, 2. ikinci soruya cevap aradığı Pratik Aklın Eleştirisi adlı (deontoloji yani ahlakbilim konulu) tamamen Ahlak kavramı üzerine yazdığı başyapıtı ve nihayetinde 3. üçüncü soruya cevap aradığı Yargı Gücünün Eleştirisi (estetik ve mutlak özgürlük üstüne) adlı son eser.
III. Tüm külliyatı içinde en önemli bölümü oluşturan Ahlak Sistemini Kant, düşüncesinin merkezine yerleştirdiği “Adalet” ve “Dürüstlük” erdemleri ve de özellikle bunları sağlayan “Ödev” nosyonu sebebiyle Ödev Etiği olarak niteler. Felsefi jargonda Deontoloji olarakta bilinen bu sistemi Kant “Evrensel Ahlak’ın temel ilkeleri; olmazsa olmazları nelerdir” sorusu bağlamında sürekli vurguladığı bir özellikle açıklar: Mealen, “güdülen niyetler iyi-ve kötüyü belirler” ve “iyi insan, yani ahlaklı (oku: adil, vicdanlı, dürüst) insan olabilmek, kişinin, “ilk İde, ya da Arke olarakta doğan “mutlak özgürlüğünün” bilincine varabilmesi, yani baskıya, esarete ve haksızlığa hayır diyebilmesiyle mümkündür” cümleleri sebebiyle ben Kant’ın bu ahlak kuramını, diğer yorumcular çizgisinde niyetler etiği olarak adlandırdım.
Görüleceği üzere, burda, bu niyetler etiği ahlak kuramında esas olan davranışların ve eylemlerin sebebiyet verdiği sonuçlar değil, o davranışları harekete geçiren niyetlerdir. Bir başka deyişle ahlak nosyonunun oluşması ve gelişmesinde kişinin güttüğü niyetler belirleyici rol oynar. Kant bu bağlamda, “ahlaklı insan” tanımında vicdan faktörüne de büyük önem yükler. “Güdülen niyetler ve vicdanın, insan davranışları ve eylemlerine bariz etkileri vardır” anlayışı, daha sonra ortaya çıkıp rafineleşecek olan sosyal bilimsel araştırma konu içerikleri ve metotlarının gelişmesinde de önemli rol oynamıştır. Kant’ın bu bakış açısı ayni zamanda günümüz hukuk kuramlarının oluşmasında ve kanunların düşünülüp kurgulanmasında da belirleyici olmuştur. (Mukayeseli anlam için bkz. gelecek sefer inceleyeceğim Mill ve Bentham’ın “fayda” güdümlü (ütilitarist) Sonuçlar Etiği.
IV. Telgraf stiliyle, ki başka imkanımız yok, Kant’ın ahlak kuramını şu temel ilkelerle (Kant burda “maxim” terimini kullanır) özetleyebiliriz:
- “‘ahlaklı insan’ düşünsel ve fiziksel eylemlerini, yani niyetlerini ve davranışlarını tüm dünyada geçerli olabilecek (evrensel) ahlak kurallarına göre düzenleyebilen kişidir” (bkz. Pratik Aklın Eleştirisi). Kant, bu ilkesiyle “Iyi”, “Doğru” ve Adil” gibi temel kavramların zaman ve mekandan soyut, yani her zaman ve her yerde geçerli olduğunu vurgulamaktadır. Ahlaklı insan doğru bildiğini, neye mal olursa olsun uygulamak zorundadır! Bu ilkeyi daha da iyi anlayabilmek için günümüz hukuk kuramcılarının desenlediği “Gestapo ve evde saklanan Yahudi çocuk” adlı ikilemi anlatan hikayeyi kısaca özetleyelim. II. Dünya savaşı esnasında Alman gizli istihbarat örgütü Gestapo, evlere baskın yaparak saklanan Yahudi olup olmadığını sormaktadır. Bu evlerden birinde aile arka dolapta, tutuklanan Yahudi komşularının küçük çocuğunu saklamaktadır. “Normal” evrensel vicdana göre ev sahibi kapıda duran Gestapo polisinin evde saklanan biri olup olmadığına dair sorusuna, kendi canını da tehlikeye atarak, hayır biçiminde cevap vermesi beklenir. Oysa Kantian Ahlak ilkelerine göre; yani, “doğru”, zaman ve mekandan bağımsız olarak; her zaman ve her yerde geçerli olandır” ilkesi uyarınca ev sahibinin “doğruyu” söylemesi, “evet arka dolapta saklanan bir çocuk var” demesi gerekmektedir. Bu basit kıssada da görüleceği üzere bir yanda “dürüst insan” öte yanda da “ahlaklı, vicdanlı insan” nosyonları arasında kapatılması imkânsız bir uçurum söz konusudur. Bir başka deyişle Kant’ın ahlak kuramı içinde Ödev Etiğ’inin gerektirdiği “dürüst insan, şartlar zorunlu kılsa bile yalan söylememesi gereken insandır” evrensel ahlak ilkesiyle “ahlaklı insan vicdanlı insandır ve bir çocuğu kurtarmak için gerekirse vicdaninin sesi gereği yalan söylemekten kaçınmayan insandır” temel ahlak ilkesi arasında kayda değer içsel çelişkilerden de söz edilebilir.
- Bir duygu ve özellikle bir düşünce, (Akıl; Ratio) davranışa dönmeden önce o davranışı güdüleyen “niyetler” kişinin özgürlük bilincine dair çok şey ifade eder;
- Kant “niyet” kökkavramını Pratik Aklın Eleştirisi’nde her ne kadar salt mikro (bireysel) düzlemde; kişiye özel bir dispozisyon olarak ele alsa da Üçüncü Kritik’de, Yargı ve Adalet bahsinde mezo (aile, arkadaş çevresi), makro (devlet) ve exo (uluslararası toplum) düzlemlerinin de koşullu önemini vurgulamaktadır. Ancak Kant’ı esas ilgilendiren öznenin (Aydınlık Çağı’nın bir buluşu olan) “bireyin” kendi olduğunu unutmamak gerekir. (Bkz. 1. Kant’tan etkilenen Sartre’ın mesela Duvar romanındaki bireysel sorumluluk teması ** 2. Rawls’ın kuramsallaştırdığı “temel insan hakları; Evrensel Hukuk ve Adalet” kavramları: The Theory of Justice, 1971);
- Kant’ın Ödev Etiği kuramı, kompleks bir teorik örgünün yanında, güncel konulara değin, son derece pratik, insanların her şartta uymalarını öngören kurallar içerir. Günümüze uyarlayarak örnekleyecek olursak: trafik polisinin olduğu bir yerde, kırmızı ışık yanınca duran araba sürücüsü, trafik polisi olmadığı zaman da hatta gecenin ortasında, etrafta hiç kimse yokken bile adalet ve dürüstlük uğruna ve ödev ahlakının gereği olarak kırmızı ışıkta durabilmelidir. Eğer yalan söylememeyi ilke edinmişsen bunu her yerde ve her zaman uygulamak zorundasın.
Epey laf etmişiz. Yer daraldı! Gelecek seferlerde tabi ki Kant’ın Ahlak, Vicdan, Dürüstlük ve Adalet kavramlarına dönük eleştirilerimizi not edeceğiz. Hem de bu kuramın “zayıf karnına” da işaret ederek, dipnotlarda telgraf stiliyle ve tarihe not düşmüş özdeyişlerle eleştireceğiz Kant’ın granit sertliğinde inşa ettiği bu kuramı. Mesela:
- “Cehennemin yolu iyi niyet mermerleriyle döşelidir” (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu. 1905, Max Weber);
- Despotlar, havanın ahlaklı olduğu bölgeleri severler. (Tan Kızıllığı. 1881, F. Nietzsche) vb. gibi.
Ve tabi Kant’ın ahlak kuramının (yumuşak karnını) 2500 yıl öncesinden, geriye dönüp bakarak, retroaktif bir edayla ve acı acı gülümseyerek ters köşeden izleyen “zavallı” Orpheus’un içine düştüğü egzistensiyal yanılgı ile de anlamlandırmaya çalışacağız.
NOTLAR
* Hume, metodoloji (yöntembilim) ve epistemolojide (bilgibilim), insan bilgisinin ne doğuştan ne de akıl yoluyla kazanıldığını; bilginin sadece ve sadece insan deneyimlerinden kaynaklandığını öngören Görgülcülük (Empirisizm yada Ampirizm) akımın önde gelen sözcülerindendir. Ancak Hume, aynı zamanda Şüphecilik (septisizm) akımının da kuramcılarından biri olduğu için bu “bilgi sadece deneyimler yoluyla kazanılır” tarzındaki katı anlayışa da soru işaretleri koymuş birsiydi. Bu bakış açısı, özellikle Hume’un Nedensellik (kausalite) kavramının, bilginin kazanılmasında kesin bir fikir veremeyeceğini savunan tezlerinde bariz olarak ortaya çıkar. Bu durum en bariz şekilde yukarda verdiğimiz bilardo toplarının hareketi örneğinde de görülmektedir.
Esas kurucu babası İngiliz filozof John Locke olan Görgülcülük, ya da Empirisizm, “insan bilgisi doğuştan gelir” tezini reddeden, gerçek bilginin deneyim yoluyla kazanıldığını öngören felsefi akımdır. Görgülcülük, deneyim olmadan zihinde herhangi bir fikrin olamayacağını, doğuşta insan zihninin adeta ‘yazılmamış, boş bir sayfa’ gibi (tabula rasa) olduğunu savunur. Davranışçı psikoloji (behaviorism) bu anlamda Görgülcülük akımının çarpıcı bir örneğidir. Öte yandan bilimsel bilginin en önemli, hatta tek kaynağının deney olduğu; gerçekle ilgili iddia ve savların, kuram ve modellerin sadece deneyle test edilebileceği, bir başka deyişle Bilimsel Gerçek’e sadece deneysel metotlarla ulaşılabileceğini savunan epistemoloji akımıdır.
** Varoluşçuluk akımının önemli temsilcilerinden Fransız filozofu ve romancısı Jean Paul Sartre, Duvar adlı romanında İspanya İç Savaşı'nda diktatör Franco’nun gizli örgütü tarafından yakalanıp idam edilmeyi bekleyen bir cumhuriyetçinin (Pablo Ibbieta) ölümle ve kendi kaderiyle yüzleştiği bir geceyi anlatır. Bu öykü, somutta direncini yitirip bir arkadaşını ele verişinin yarattığı vicdan sızlaması ve genelde insanın ölüm karşısındaki içsel çatışmalarını ve varoluşsal kaygılarını konu alır. Tavsiye edebileceğim, okumaya değer bir oyku!








