
FELSEFİ KURAMLAR VE MİTOLOJİK KISSALAR IŞIĞINDA AHLAK (ÇÖKÜŞÜ) KAVRAMINA DAİR KISA DENEMELER: 0.2: Girizgah 2 27 Kasım ‘25
I.Batı üniversitelerinde de eserleri okutulan büyük tarihçi ve sosyoloji ve iktisat bilimlerinin öncüsü olan İbn Haldun’u ve onun takipçisi İskoçlu ahlak filozofu Mac Intyre’ı da selamlayarak, aslında “Büyük Hikayeler henüz anlatılmadan önce de yaşardı” deyip, ahlak konulu dizimizin bu 2. girizgahını açalım (* bkz. Mukaddime; Erdem Sonrası).

Rönesans ressamı İtalyan Rafael’in, gelecek sefer 3. girizgahta koyacağım (ve kitaplarımdan birinin kapağını da süsleyen) Atina Okulu adlı freskoda (duvar resmi) resmettiği antik çağ düşünürleri, aslında iyi-kötü (Ahlak) doğru-yanlış (Bilim) güzel-çirkin (Sanat) üstüne söylenecek ne varsa tamamını ta o zaman söylemişler. Gerek bu antik çağ filozoflarının eserlerinde (m.ö. 600 – m.s. 300), gerek onlardan 1000 yıl önce Birinci Ahit olarak gelen Tevrat’ta ve onu müteakiben 1300 yıl sonra İkinci Ahit olarak gelen İncil’de ve gerekse nihayetinde İncil’den 600 yıl sonra inen Kur’an-ı Kerim’de iyi-kötüye dair ne varsa çeşitli perspektiflerden bakılarak anlatılmıştır. Bunların aralarında, incelendiğinde bariz şekilde görüleceği gibi, uzlaşılmaz yorum farkları vardır. Buna karşın, her üç temel ahlak referansında da iyi-kötü arasındaki kırmızı çizgiler, kalın tebeşir hatlarıyla çizilmiştir. Ve bu kırmızı çizgiler, hem insan davranışlarını yönlendiren antik çağ felsefesinin temel ilkelerinde, hem Tevrat’ın koyduğu “kanunlar”’da hem de İncil ve Kur’an’ın emrettiği kurallarda belirtilmiştir. (**)
II. “Büyük Hikayeler’in anlatılmadan önce de yaşadığı” vecziyle İbn Haldun’un vurgulamak istediği de bu zaten. Ahlak üstüne düşünülüp söylenecek ne varsa, çeşitli iklim ve coğrafyalarda, farklı toplumsal şartlar içinde, önceden, bin yıllar öncesinde düşünülüp söylenmiş. Ama uygulama nerde?! Binlerce yıl öncesinden beri var olan kurallar, kanunlar ve maksimler pratikte uygulanmıyorsa; evet kimi, az sayıdaki “uygar” memleketlerde hemen hemen tam uygulanıp, henüz çağdaşlaşma sürecinin orta yerine duran kimilerinde az biraz, ve ne yazık ki tüm bunları ıskalamış olan kimi memleketlerde de hiç mi hiç uygulanmıyorsa, bu mevzu üstüne daha kelam etmeye gerek var mı da denilebilir. Doğrudur. Belki de gereği yoktur. Ancak bizimki, “şu iyi bu da kötü” tarzı, politik renkli telkin ve “ahlakçılıktan” öte, hatırlatma tarzında nesnel “çözümlemecilik” yapmak, topluma ayna tutmak. Birazda “ezelde yaşamış olan hikayeleri” tekrar etmek. Ya da, bir Hollanda atasözünün de dediği gibi I’nın üstüne nokta koymak, bilineni başka cümlelerle tekrar etmek yani.
III. İyi-Kötü’ye ilişkin temel evrensel ahlak düsturları; yani, “insana kıyma, yalan söyleme, hırsızlık yapma” türündeki en kadim, temel ahlaki ilkeler, İbn Haldun’un ve gelecek bölümlerde inceleyeceğim diğer düşünürlerin de işaret ettiği gibi hem semavi dinler zamanında hem de ondan öncesinde, yani insanoğlu var oldu olalı da varmış demek ki; sürekli değişip, içinde bulunulan tarihsel ve coğrafi şartlara göre olumlu bir değişime, yani bir transformasyona uğrayarak, bazan da bir çöküşe, bir erozyona uğrayarak tabi. O bakımdan “’ahlak’ bir fenomen olarak ne zaman doğdu” bahsinden öte, araştırmamıza yön veren temel soru şudur: insan topluluklarını birarada yaşamaya zorunlu kılan şartlar içinde bu insanlar birbirini boğazlamadan, bir “toplum” olarak “relatif ahenk” içinde yaşamayı nasıl ve hangi “varoluşsal” deneyimlerden, defalarca dersler çıkararak, burunlarını sürterek ögrenmişlerdir? Ve bu uzantıda, insanı insan yapan, insanı diğer memeli hayvanlardan ayıran en temel özelliği olan “eksantrik” bir varlık oluşu; yani insanın kendini başkalarının gözüyle görüp ve bu sayede davranışlarını diğerlerinin özgürlük alanlarına göre de endeksleyerek yaşamayı ögrenmesi diye de tanımlayabileceğimiz “ahlak” kavramı nasıl gelişmiş? (***). Ve bu kavramın sembolize ettiği temel değer ve normlar sisteminin gelişim süreci nasıl bir seyir izlemiş? Meselenin esasını bu soruya cevap aramak üzere çıkacağımız araştırma oluşturuyor. Tabi kuramlar ve kıssalar yoluyla. Ve bu kıssalara kaynaklık eden binlerce yılın getirdiği mitolojik hikayeler ve bu hikayelerden çıkaracağımız “hisseler” yoluyla.
IV. Şunu da vurgulamadan bu ikinci girizgahı kapatmayalım: semavi dinler öncesi veya sonrası doğu felsefelerinde de İyi-Kötü zıtlığı ve Ahlak kavramı üstüne kimi yazılı ve tasnifli (kanonik) kimi de ağızdan ağıza (şifahi ya da oral) kültürle aktarılmış dehşet bir külliyat vardır. Özellikle Şintoizm (yani Japon dini) ve Konfiçyüsan (Çin) kökenli Patriarkal-feodal ve baskıcı ahlak anlayışına karşı da ortaya çıktığı öne sürülen Taoizm’in sembolü Yin ve Yang “mutlak kötülük” ya da “mutlak iyilik” yoktur tezini de ifade etmektedir.
Ki, kimileri, sembolde beyaz bölgedeki siyah nokta ve siyah bölgedeki beyaz noktanın da zaten bunu anlattığını öne sürerler. Ben bu konuda neden farklı düşündüğümü; mutlak kötünün basbayağı var olduğunu ileriki yazılarımda işleyeceğim kuramlar, kıssalar ve hisselerle açıklayacağım. Bir teşbihle, Mutlak Kötülüğü bir şehre atılan bir bombaya benzetirsek, ahlak çöküntüsünü de saman alevi gibi yavaş yavaş yanarak sonra birden her yanı kaplayan bir yangına benzetebiliriz.
IV. Bu saman alevi gibi her yanı tehdit eden ahlak çöküntüsünü resimleyebilmek için şimdilik birkaç örnekle yetineyim: 5 liraya aldığı limonu 35 liraya satan kabzımal veya pazarcı mı deyim; otelinde yaptırdığı zehirli ilaçlamayı dahi takip etme lütfunda bulunmadığı için yıl boyu çalışıp, şu güzel İstanbullumuzda biz de bari birkaç gün tatil yapalım diyerek iki küçük yavrusuyla memlekete gelen gurbetçi genç çiftin gelip girdikleri bu cehennemi otel odasında çocuklarıyla birlikte zehirlenerek yoklamasına sebebiyet veren otelcibaşı mı deyim; otelinde yangın mevzuatı gereği alması gereken önlemleri savsaklamakla kalmayıp, 78 canın yanarak ölmesine yol açan yangın esnasında kendi de o an konakladığı otelden sadece kendini ve otomobillerini kurtarmaktan başka girişimde bulunmayan bir başka otelcibaşı mı deyim; artık rantabilitesi ve doğaya verdiği zarar sebebiyle hiçbir uygar ülkede kullanılmayan kömür madenleri açacağım diye tüm dünyanın gözü gibi koruduğu zeytin ağaçlarını katleden sömürgen işletmecilere ruhsat veren yetkili-yönetici-amir-memur mu deyim; halkın büyük bölümü soğukta otobüs ve ucuz ekmek kuyruklarında çile çekerken, özel uçakla memleketine bayram ziyaretine ya da yurtdışı seyahatlere giden bürokrat-teokrat takımı mı deyim?
Daha da vahimi ne yazık ki, tüm bunları denetleyip, önleyici tedbir almakla; gerektiğinde caydırıcı cezai müeyyide uygulamakla yükümlü zabıtacı-denetçi-yönetici kastının, ne gariptir ki, nedense her zaman ancak olay olduktan, tabiat, insan ve hayvanlar kıyıma uğradıktan sonra harekete geçerek “sürecin takipçisi olacağız” biçimindeki traji-komik demeçlerle sergiledikleri kamusal duyarsızlıklardır.
Bu arada, tavuklarıma saldırıyor diye arabasının arkasına bağladığı köpeği sürükleyerek işkence eden “yabani-zebaniyi” ve buna benzer daha birçok “psikopatolojik” vakayı kapsam dışı tutuyorum.
Örnekler o kadar çok ki, saymaya sayfalar yetmez. Eğer tüm bu tür “aksaklıklar-ahlaksızlıklar” aynı anda ve her yerde, yani münferit hadiselerden çok, yapısal bir çürüme biçiminde ortaya çıkıyorsa, sonuçlarına gelecek nesillerin bile çok vahim şekilde katlanmak zorunda kalacağı su gibi açık olan bir toplumsal ahlak çöküntüsünden bahsetmek gerekmez mi?
Devam edecek
NOTLAR
* Benim “Büyük Hikayeler henüz anlatılmadan önce de yaşardı” biçiminde Türkçeleştirdiğim ve İngilizce “Stories live before they are told” orijinaliyle belirttiğim vecize İskoç filozof Alasdair MacIntyre'a aittir.

Bu vecize, aslında Mac Intyre’ın, Erdem Sonrası: Ahlak Teorisi Üzerine Bir İnceleme, (After Virtue: A Study in Moral Theory) adlı, ahlak felsefesi üzerine yazdığı bir kitabın da bir bakıma özeti gibidir. Modern toplumlarda, hele de endüstrileşme ve feodalite arasında bocalayan toplumlarda ahlaki terimlerin erozyona uğradığını, klasik evrensel ahlak kurallarının işlevsizleştiğini iddia eden MacIntyre, bu durumu toplumsal ahlakın çözülüşü ve çöküşü olarak yorumlar. Bu çözülme, bireylerin ahenk içinde birlikte yaşamasını engeller. Hele de ekonomik şartlar kötüleşirse değer ve normlar ihtilaflı hale gelen bir süreç izler ve bu durum giderek toplumsal bir krize yol açar.
İbni Haldun, batı tarihçileri, politikbilimcileri ve sosyalbilimcilerine göre de bu bilimsel disiplinlerin öncülerindendir. Onun başyapıtı olarak bildiğimiz Mukaddime, kelime olarak bir kitabın asıl metninden önceki yazısı, önsözü anlamına gelir ki, İbni Haldun bu eseri gerçekten de büyük tarih kitabı Kitâbu'l-İber'in birinci cildi olarak tasarlamıştır. Batı üniversitelerinde Mukaddime, tarih felsefesinin el kitabı olarakta okunur. Mesela, ünlü tarih felsefecisi Toynbee Mukaddime’ye ilişkin yaptığı bir eleştiride, eserin edebi ve bilimsel kalibresini “Şimdiye kadar, hiçbir ülkede, hiçbir çağda, hiçbir insan zekası böyle bir eser ortaya koyamamıştır” sözleriyle vurgulamaktadır.
** Geçen bolümde de vurguladığım gibi, dinler ve ahlak konusunu bilerek kapsam dışı bıraktım. Çünkü gerek tek tanrılı, monoteist semavi dinlerde gerekse antik çağ ve sonrası çoktanrılı politeist dinlerde her ne kadar temel toplumsal ve bireysel ahlak kuralları, yani “insana kıyma, hırsızlık yapma, yalan söyleme” gibi imperatifler, aynı anlamlar ve anlatımlar içerse de yorumlarda ve diğer daha ayrıntılı ahlak kurallarında kültürel ve yörel kodlar gereği farklılıklar doğmaktadır. O bakımdan daha önce bahsini yaptığım ve gelecek bölümlerde de etraflıca tekrar döneceğim “evrensel ahlak kuralları var mıdır; var ise, uygulanabilme imkanları (yani her yerde ve her zaman) mümkün müdür” sorusunu, çok girift ve çetrefil bir mesele olması itibarıyla şimdilik parka alıyoruz.
Ancak, şimdilik şunu belirtebiliriz: tüm ahlak sistemlerinin; her halükârda belli toplumsal soru ve sorunlara cevap olarak doğduğu bilinen semavi dinlerin bir evrensel ahlaki misyonu vardır elbette. Zira üç kutsal kitabın geliş sebebinin; yani birinci ve ikinci Ahit’in ve Kur’an-ı Kerim’in indiriliş dönemlerinde egemen toplumsal şartların temel karakteristiğinin de ahlak çöküşü olduğu historiografik bir gerçektir.
Kısa bir göz atacak olursak, Siyer-i Nebi, Kısas-ı Enbiya ve Megazi gibi kaynaklardan anlaşılabileceği gibi, Hz. Muhammed 630 yılında Mekke’nin “fethinden” (ki bilindiği gibi Mekke’ye silahsız girmiştir) sonra ilk yaptığı iş, o zamana kadar dekadansın doruk yaptığı bu şehirde insan yaşamını esas alan temel ahlak kurallarını tesis etmek olmuştur. 600’lü yılların başında zira her türlü ahlaksızlığın yaşandığı; meyhaneleri, kumarhaneleri ve genelevleri ile tüm Arap yarımadasında ün yapmış Mekke, aynı zamanda Kureyş kabilesinin de (Kâbe binasının içinde bulunan putlara tapılan) politeist bir dinsel baskı altında yönettiği bir şehirdi. Hz. Muhammed, ikna ve gerektiğinde kılıç zoruyla Kureyş’in kurduğu çürümüş merkantil dekadans sistemi yıkarak, alkol tüketimi ve kumarı yasaklayıp, yoksullara yardım, sosyal adaleti ve kamu yararlarını gözeten çabaları kurumsallaştırarak tüm bunlara son vermiştir.
Aynı şekilde, ondan yüzyıllar önce, Mısır’da firavun zulmünden kaçan insanlara öncülük eden Hz. Musa ve Kudüs’e egemen Roma valisi Pontius Pilatus ve onun yerli işbirlikçisi Kudüs ‘kralı” ve Yahudi ruhani önderi Herodes’in baskıcı rejiminden yılan insanlara öncülük eden Hz. Isa da çürümüş toplumsal ahlak anlayış ve davranışlarına son vermek şiarı ve vaadiyle ortaya çıkmıştır.
*** Antropologlara göre doğuştan Vicdan sahibi bir varlık olarak doğan insan bu dispozisyonu sayesinde “hak yememe”, yardımseverlik, hoşgörü, vb. gibi temel ahlak nosyonlarını da doğuştan beraberinde getirir. Ancak bu nosyonlar içinde yaşanılan çevresel şartlara ve faktörlere göre ya daha da olgunlaşır veya tamamen dumura uğrar. Yukarda bahsettiğim insani eksantrik bir varlık olarak diğer memelilerden ayıran temel ayrırdedici özelliği de tam bu doğuştan getirilen temel hüman nosyonlarla ilgilidir. İnsan hem aynen memeli hayvanlar gibi santrik bir varlıktır, yani kendi çemberi içinde yaşayan, “bir vücut olan” bir varlık, hem de memeli hayvanlardan farklı olarak EXsantrik, yani kendi santrasını terkedip, yaşam çemberi dışına çıkabilen; “bir vücuda sahip olduğunun farkında olan”, bir başka deyişle kendini başkalarının gözüyle görüp değerlendirebilen ve bu sayede davranışlarını diğerlerinin özgürlük alanlarına göre de endeksleyebilme yetilerine sahip olan bir varlıktır. İşte hayvanların sahip olamadığı bu exantrik yetileri sayesinde insan tabiatı itibariyle “ahlaklı bir varlıktır”








