“DERSİNİ ALMIŞ DA EDİYOR EZBER” (2)

Henüz on üç, on dört yaşlarındaydım, ortaokul öğrencisiydim.

Hemen her gün, yeni kitap gelip gelmediğini öğrenmek için, ezberlediğim vitrinine defalarca baktığım Ülkü Kırtasiye’den Dik Bayır’ı almış ve her nedense –büyük ihtimal Cüneyt’in tarihî filmlerinden biri oynuyordur- elimde kitap sinemaya gitmiştim. Dik Bayır’ın ilk sayfalarını film başlamadan ve film arasındaki on dakikalık ‘sigara molası’nda okuduğumu hatırlıyorum.

Kendisiyle hiç tanışmadım ama bendeki bütün kitapları imzalı. Yozgat’a gelen bütün kitaplarını imzalarmış demek ki...

Yılkı Atı 1970 TRT Roman Ödülü’nü kazanmıştı. Bir kaç yıl sonra filme alındı. Filmi, bizim köyün karşısındaki Dişli köyünde çektiklerini duymuştuk. Dişlili bir arkadaşım vardı, şans bu ya tam da o günlerde köye gittiğini ve çekimleri izlediğini söylüyordu. Anlatsaydı ya, nasıl oluyordu film çekimi? Minareyi çalan kılıfını çoktan hazırlamıştı; televizyonda gösterince görürdük, anlatacak bir şey yoktu.

O, varlığından haberdar olup da başarılarıyla gurur duyduğumuz, ancak içten içe, belli etmemeye çalışarak bir yandan da kıskandığımız ama hiç tanışmadığımız bir akrabamız gibiydi benim için.

Kaç kez niyetlendim yolda peşinden koşturup “Merhaba, ben...” diyebilmek için. Cesaret edemedim. O, bembeyaz saçları ve saçlarından daha da beyaz sakallarıyla cadde boyunca yürüyüp her zaman kaldığı Sayarlar  Oteli’ne girerdi.

Ve ben, onun o otelde nasıl bir hayat yaşadığını çok uzun yıllar sonra, ölümünden de yıllar sonra, Yozgat’ın yetiştirdiği değerli şair Şükrü Erbaş’ın onun şiirlerini topladığı kitaba yazdığı yürek acıtan şu sunuş yazısından öğrenebildim:

“Güz yaprakları gibi, şamdanlarda mumlar, sularda çakıl taşları gibi yaşamaktan ve yanmaktan incelmiş usul solgun bir beden. (...) Düştüğü yerde bir süre dalgın duran; kısacık bir an içinde binlerce anıyı tutuşturup, sonra saygıyla, usulca, çocuksu bir gülüş ve engin bir bilgelikle doğrulan gözler. (...) Ve sonra saçlar...bir ömrün doruğuna yağan kar çiçekleri...

Ve bile isteye seçilmiş bir yalnızlık...

Yozgat’ta bir otel. Dördüncü kat. Koridorun sonunda küçücük bir oda. Oda duvarlarından koridor boşluğuna taşmış resimler, fotoğraflar, şiirler. Duvarda bir saz. Tek kişilik bir somya. Ortada bir sehpa. Üstünde boyalar, içinde yemek artığı kurumuş bir tabak. Ekmek kırıntıları. Somyanın baş ucunda bir etajer. Duvarın birinde bir kitaplık. Kitaplıkta ve etajerin üstünde kitaplar, gazeteler, dergiler... Yerde küçük bir elektrik ocağı, gazete yığınları, kâğıtlar, duvara dayalı, bitmemiş, yeni bitmiş resimler. (...) Somyanın ayak ucunda bir televizyon, baş ucunda bir radyo. Bunca eşya arasında ancak bir insan sığacak kadar boşluklar. Ve tıklım tıklım anılar, anılar... Yaklaşık otuz beş yıldır süren bir yalnızlık, bir yaşama biçimi...

Ve Abbas Sayar...”

Evet.

“Yozgat’ın ortası saat kulesi

Bilesi de benim derdim bilesi

Ben olmuşum Çırçır pınar lülesi

Helke, testi ne var ise doldurun

Ziya’m yaşasın da beni öldürün” diyen Abbas Sayar.

OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ