Değerli okurlar, 29.07.2016 tarihli köşemde “Eski Yozgat’tan insan manzaraları” başlığı ile 1940 lı yılların esnafının birbirlerine yaptıkları şakaları anlatmıştım. (Bkz. https://www.yozgatgazetesi.com/a-kadir-capanoglu/eski-yozgat-tan-insan-manzaralari-4-82789.html ) Yazımı hazırlarken aşağıdaki anılarım aklıma gelmişti. Daha sonra bunları da yazarım belki diye not almışım ama sonra unutmuşum. Hatırladığım kadarı ile yazmaya çalıştım.
Okurken bana kızmayın lütfen. Bir zamanlar bizde gençtik, bizde delikanlıydık. Bizim de kanımız kaynıyordu. Geceye meydan okurduk. Gözümüzde ne korku ne yorgunluk vardı. Sokaklar dosttu bize, rüzgâr sırdaş, Aşkı bir bakışta tanırdık. Yüreğimizin dili vardı. Söz söylemeye gerek kalmazdı. Bir çift göz uğruna yanar, bir mektubu aylarca saklardık. Usulca bir “merhaba” umut demekti. Küçücük şeylere dünyalar sığdırırdık. Zaman aldı belki gençliğimizi, ama hatıralarımız hâlâ bizim.
Çanakkale'nin 1963 yılındayız. Çanakkale Lisesi 2. sınıftayım. Kitap mitap hak getire, elimizde bir defter ile okula gidip geliyoruz çünkü kitap taşıyan ana kuzularından değiliz. İstanbul Kasımpaşa da bir ayakkabıcıya zamane kabadayılarının giydiği yumurta topuklu bir ayakkabı yaptırmışım. Mavi gömlek, kırmızı kravat. Ceketimin sol iç cebinde 25 santim uzunluğunda kemik saplı, çift ağızlı, oluklu bir kamam, mendil cebinde de bizim (tığ) dediğimiz ince biz taşıyorum. Lise müdürünüz rahmeti Kenan Pakel Bey, muavinlerimiz Ahmet Köksal hocamız ve İbrahim Bey ile tüm hocalarımız da biliyorlar ama bir şey demiyorlar.
Bir gün okulun bahçesinde Kenan Bey uzaktan el ederek beni çağırdı koşarak yanına gittim. Bana bir şeyler söylüyor söylerken de ara ara sol göğsüme bakıyordu, ben de göz ucu ile baktım. Kamamın sapı ceketimin yakasından kaymış beyaz kemik sapının ucu görünüyordu. Sağ elimle yavaşça içeriye itmiştim. Kenan Bey niçin çağırmıştı ne söylemişti şimdi hatırlamıyorum ama hiçbir şey söylememiş görmezlikten gelmişti.
Ben ve kardeşim Çanakkale lisesine gelene kadar ne okulda ne de Çanakkale de hiçbir sosyal aktivite yokmuş. Ben, kardeşim Haluk Çapanoğlu ile birlikte lise de kimseden izin almadan önce iki bağlama ve eğittiğim arkadaşımla bir darbuka (darbuka benim) ve yine eğittiğim kaşık çalan arkadaşlarımızla bir bağlama ekibi ve halk türküleri korosu kurdum. Arkadaşım Erdoğan Sezgin de bir bağlama aldı ve benden biraz ders alarak çalmaya başladı ve ekibimize katıldı. Sonraki yıl Urfa dan gelen ve bağlama çalan Nurhan Bora arkadaşımızda bize katıldı. Sonra yine hevesli arkadaşlarımızla bir halk oyunları ekibi ve 19 Mayıs Bayramına hazırlanmak üzere bir kasa-minder ekibi kurduk. Edebiyat hocamız Süheyla Hanımefendi “sen şu koro işini yürüt edebiyat kompozisyon düşünme” demişti. Ben de öyle yaptım. Sonra psikoloji dersi hocamız ilk yazılı imtihanda kulağıma eğilip “ben bu sazı çala çala yoruldum yaz” demişti ve yazılı notum 5 gelince en çok şaşıran aynı sınıfta okuduğum kardeşim Haluk Çapanoğlu olmuştu.
Her cumartesi öğleden sonra Çanakkale Halk Eğitim salonunda konser verirdik. 10 Kasım’da da Atatürk’ün sevdiği türkülerle halka açık bir konser vermiştik.
1 Nisan da öğretmenlerimize de şakalar yapardık. Hiç sevmediğim derslerden birisi olan İngilizce dersinin hocasına da bir şaka yapayım istedim. Sınıf mümessiliydim. Üstelik herkesin çekindiği biyoloji hocası Handan Hanımefendi istemişti benim sınıf mümessili olmamı. Yani emrivaki olmuştu. Sınıfın kapısına diktiğim bir arkadaşım, İngilizce hocası tam sınıfa girerken bana işaret verecek bende tel taktığım eczalı tabanca mantarını sınıfın kapısına atacaktım.
Arkadaşım işareti verince ben mantarı attım. Hoca yerine sınıfın en çalışkan talebesi Tacide arkadaşım girmez mi. Kısa boylu bir kız olduğu için mantar onun başında patladı. Tacide hiçbir şey olmamış gibi gidip en ön sıradaki yerine oturdu. İngilizce hocası biraz bozuldu ama böyle şakalar bekledikleri için sesini çıkarmadı. Tacide’nin önünden geçerken “kızım senin saçlarının arasından duman çıkıyor yanıyorsun” dedi. Tacide eliyle saçlarını silkeleyip gayet sakin bir ses tonu ile “bir şey yok hocam” dedi. Ama yaklaşık bir dakika kadar duman çıkmaya devam etti. Tacide ile yıllar sonra Laleli Koska Caddesinde komşu olduk. Merkez Bankasında bir bölümün şefiydi. Aklıma geldiğinde (kim aklıma gelirse hemen ararım yoksa unuturum) arar kısa bir hatır sorma yapardım. Bir aradığımda telefona çıkan bir bey kim olduğumu sordu. Böyle meraklı sorulara da çok kızarım ve terslerim. Kendimi tanıttım. “Tacide Hanımı trafik kazasında kaybettik” dedi. Nutkum tutuldu, ne diyeceğimi bilemedim. Bizim böyle arkadaşlıklarımız böyle kardeşliklerimiz vardı.
Okulda ve Çanakkale de başka vukuatlarım da vardı ama sanırım yukarda yazdığım sosyal faaliyetlerden dolayı göz yumuyorlardı.
Eve gelip karnımızı doyurduktan sonra akşamüstüne kadar sokaklar bizimdi. Çarşı içinde süt beyaz boyalı İş bankasının lojmanında ikamet ediyoruz. Hemen yanımızda Mustafa ağabeyin terzi dükkânı var. Zaman zaman da Mustafa ağabeyin dükkânında oturup sohbet ediyoruz. Mustafa ağabey bizden üç beş yaş büyük evli barklı bir adamdı ama demek ki o da daha çocukmuş. Yine bir gün dükkâna girer girmez çenesinin altında bir yeri işaret ederek "buramda bir şişlik oldu bu nedir bir baksana" diyerek işaret ettiği yere parmağımla dokunmamı istedi. Parmağımı oraya tam dokunuyordum ki birden hav hav diye bağırmaz mı? Ödüm koptu ama bozuntuya vermedim.
Oldukça yaşlı, fötr şapkalı bir Musevi vatandaşımız vardı, oda sık sık Mustafa ağabeyin iş yerine uğrar sohbet ederdi. Benim olaydan birkaç gün sonra o da sohbet için dükkâna geliyor. Mustafa ağabey aynı eşek şakasını ona da yapıyor. Zavallı adam ertesi günü korkudan sarılık oluyor. Adamcağızın durumu hakkında günlerce bilgi de alamayan Mustafa ağabey bizleri korkutayım derken Musevi vatandaşımız ölür mü korkusuyla kendisi günlerce korku içinde yaşamıştı.
Mustafa ağabeyin iş yerinin karşısında yani caddenin öbür yanında eski ustası terzi Saim amcanın dükkânı vardı. Sami amca sadece ceket ve pardösü diker, pantolonları da Mustafa ağabeye gönderirdi. Tüccar teziydi, yeni kumaşlar almak için İstanbul'a gitmişti. Dönüşünden bir gün önce Mustafa ağabey onun dükkânının camına "Kız kalfa getirmek için İstanbul'dayım" yazısını asmıştı.
Sami amca sabah dükkâna gelip de camdaki yazıyı görünce küplere biniyor. Mustafa ağabeyin dükkânına geliyor. Bağırıp çağırıyor, bütün çarşı oraya toplanıyor. Mustafa ağabey çok utanıyor kaçacak yer arıyor, durmadan özür diliyor ama Sami amcayı yatıştıramıyorlar. Biz okulda olduğumuz için bu kavgaya şahit olamadık. Sami amca Çanakkale de saygın birisiydi, vali bey gibi yüksek memurlarının elbisesini o dikerdi. Kardeşime ve bana ceket babama da İpek-İş kumaşından bir pardösü dikmişti. Bu küslük uzun bir süre devam etti ama sonra aradaki soğukluğa son verdiler çünkü birbirlerine muhtaçtılar.
Mustafa ağabeyin dükkânının bitişiğince bakırcı Erdem Kalfa'nın dükkânı vardı. Erdem, aşağı yukarı bizimle aynı yaştaydı, yani o da çocuk sayılırdı. Okumadığı için babası Hüsamettin Efendi bu dükkânı açmış Erdem'e emanet etmişti. Kızıl renkli pırıl pırıl bakır sahanlar, bakır tencereler satardı. Bu bakır kaplar, genelde yeni evlenenlere hediye olarak götürülürdü. Erdem, müşteri hanımların beğendikleri kapları terazide tartar fiyatını söyler biraz indirim isteyenleri de "bakır altın gibidir pazarlığı olmaz" diye terslerdi. Babasının koltuğunun altında olduğu için kimseye müdanası yoktu.
Arkadaşım rahmetli Erdoğan Sezginle Erdemin dükkanına takılır gırgır yapardık. Erdem’in sağı solu, ne zaman nasıl davranacağı belli olmazdı. Küçük yaşta dükkân sahibi olup para kazanmaya başladığı için bazan ayarsız şakalar yapardı. Bir tek benden çekinirdi çünkü cebimde kamam olduğunu bilirdi. Sonraki hayatımda rahmetli kardeşim ve dayım dahil tüm arkadaşlarımın bana “Kadir ağa” hitapları bu Erdem Kalfa dan bana miras idi. 2009 yılı 1 Ağustos’unda kaybettiğim İstanbul’un büyük kimyevi madde şirketlerinden birinin sahibi 60 yıllık kadim arkadaşım Erdoğan Sezgin alkol alıp çakırkeyif olduğu yemeklerde eşlerimize “biz Kadir ağadan korkardık ama neden korkardık bilmiyorum” derdi.
Aslında biz, iki kişiden korkardık, birisi Erdem'in babası Hüsamettin Efendi diğeri de babam Muammer Çapanoğluydu. Babam lise ve üniversite yıllarında güreş yapmış 120 kilonun üzerinde iri yapılı bir insandı. Çanakkale Emniyet müdürü Vahdet Erdal Beyefendi babamın çok yakın ahbabıydı. Babam, bir akşamüzeri saat kulesinin orada yaşlıca bir adama küfür eden sınıf arkadaşımıza “ayıp değil mi baban yaşındaki bir adama küfür etmeye utanmıyor musun” demiş onun "sen karışma amca senin çocukların benim arkadaşım" cevabına daha da sinirlenip bir tokatta yere yapıştırmıştı. O kızgınlıkla eve geldiğinde “bir serseri babası yaşında bir adamla kavga ediyordu hanginizin arkadaşı" diye sormuş bizde korku içinde bizim serseri bir arkadaşımız yok diyerek kurtulmuştuk.
Biz dükkânda sohbet ederken babalarımızdan birisi Erdem’in dükkânın önünden geçerse ben, rahmetli kardeşim Haluk ve rahmetli Erdoğan hemen tezgâhın arkasına tam siper yapıp gizlenirdik. Babam bizi orada görse “dükkânda ne işiniz var neden evde dersinize çalışmıyorsunuz” diye azarlayacaktı mutlaka. Hüsamettin amca da bizi görse oğluna kızacaktı “dükkânda bu çocukların ne işi var” diye. Bazen tam keyfimiz yerindeyken Erdoğan "Hüsamettin geliyo" diye bağırır hepimiz tam siper saklanırdık. Şimdi aklıma geldiğinde düşünürüm, Hüsamettin amca dükkâna girse ve bizi tezgâhın arkasında bulsa ne yapardık acaba? Bazan da ben" babam geliyor der herkesi korkuturdum. Erdem, bu korkularımızdan dolayı ile İş Bankasından geliş yönüne bir dikiz aynası bile koymuştu. Çünkü babalarımızın geliş istikameti o yöndü. Erdoğan bir gün şöyle söylemişti: "Yav, Muammer amca sizin babanız olduğu için korkabilirsiniz de ben neden korkup saklanıyorum ki." O gün çok gülmüştük.
Hüsamettin Efendi Çanakkale'de olmadığı zamanlar dükkân bize kalırdı. Dükkânda ikimiz yalnızsak "hadi yoğurt yiyelim" derdi Erdem. Yoğurtçu Apti Çalım'ın dükkânına gider yoğurt yerdik. O zamanlar yoğurtçu dükkânlarında bir masaya oturulup bir kâse içinde yalnızca yoğurt yenilirdi. Bir kâse yoğurdun üzerine biraz tuz serpince çok şahane olurdu. Bu dükkânlar şimdide var mıdır bilmiyorum. İşin güzel yanı o zamanlar bizde para tunne (yoktu), para Erdemdeydi Erdem de bunun bilincindeydi.
Bir gün birkaç hanım geldi. Yine bir düğün hediyesi olarak bakır tencere almak istediler. Erdem evden getirdiği yemeği yiyordu ve elleri yağ olmuştu. Hanımların beğendiği tencereleri benim tartmamı istedi. Benim muzipliğim tuttu, tencereyi tartarken belli etmeden küçük parmağımla terazinin tencere olan tarafına bastırdım. Fazla bastırmışım tencere tahmin edilenden ağır geldi. Hanımlar şaşırdılar, Erdem de şaşırdı. Sonra kendi geldi teraziyi kontrol edip yeniden tarttı. Hanımlar kararsız kaldılar daha doğrusu haklı olarak şüphelendiler. Başka tencereleri tarttırdılar. Hanımların kararsızlığına da Erdem kızdı. Neredeyse hanımları kovacaktı. Hanımlar sonra gidip Hüsamettin Efendiye şikâyet etmişler. O da gelip Erdem'e kızmış ve bayağı azarlamış. Erdem, “bir süre dükkâna gelmeyin" demişti.