Değerli okurlar, 1975 yılında intisap ettiğim Renaul-Mais İstanbul şubesinde ilk yıllarımda istihbarat elemanı olarak çalıştım. Taksitle araç almak isteyen müşterilerin hem kendilerinin hem de kefillerinin işyerlerine ya da evlerine giderek mali durumlarının araştırmasını yapıyor uygunsa raporumu yazıp satış müdürüm ve velinimetim rahmetli Coşkun Gültekin Bey’e veriyordum. Silivri’ye kadar bizim bölgemizdi. Üstelik Silivri’ye her gidişimde şehir dışına çıktığım için harcırah da alıyordum. Bu yüzden o yıllardaki İstanbul’u karış karış bilirim. Bazen çok komik, bazen heyecanlı, bazen acılı günlerim oldu. Anımsadıkça sizlerle paylaşıyorum.
1980yılında, şube müdürümüz emekli albay rahmetli Şekip Oktay’ın önerisi ile yeni kurulan bir departmanın başına getirildim. (Şekip Oktay, Kıbrıs Türk mukavemet Teşkilatında da (TMT) görev yapmış, bir Rum’un kod ismiyle ( sanırım Oğuz ) hitap etmesi üzerine deşifre olduğu anlaşılınca Türkiye’ye gönderilmiş). Bir zamanlar bir miktar peşinat yatırılıp, bir sene sıra bekleyerek alınabilen Renault 12 araçlar artık sıra beklenmeden alınabiliyordu. Renault- Mais Genel Müdürlüğü satışı hızlandırmak amacıyla “OKAZYON” başlığı ile büyük bir reklam kampanyası başlattı. “Eski araçlarınızı getirin değerinde alalım size yenisini verelim” deniyordu bu reklamlarda. Ekibimde atölyede çalışan ama gerektiğinde yardım alacağım bir kaporta ustası, bir motor mekanik ustası vardı. Bir de randevu veren yazışmaları yapan sekreter bir bayan arkadaşım vardı. Ben bu ekibin başındaydım. Servis atölyesinin şefi gibi ben de sol göğüs cebinde Renault amblemi olan beyaz önlük giydim. Bu kampanya başlamadan önce ben ve diğer bayilerde bu işe ayrılan elemanlar kurs görerek hazırlandık. Ben zaten merakımdan dolayı birçok şeyi servisteki arkadaşlarımdan öğrenmiştim. (Bkz. https://www.yozgatgazetesi.com/a-kadir-capanoglu/araba-sevdam-82588.html).
Öyle yoğun bir ilgi ve müracaat oldu ki daha Nisan ayındayken randevu ajandamız Ağustos ayına kadar bütün günleri doldu. Bana öğleye kadar 6 araç öğleden sonra 10 araç bakacaksın denilmişti. İş çığırından çıktı.
Aracın modeli, kilometresi, kaportası-boyası, mekanik aksamı, lastikleri gibi bazı şeyleri kontrol edip fiyatlandırıyordum. Başta çok yanlışlıklar yaptık. Örneğin yılda 20 bin kilometreyi normal sayıyorduk, bunu aşan her kilometre için kilometre başına hesap ettiğimiz rakam çok fazla oldu. Haliyle , verdiğimiz fiyatlar piyasa değerinin altında oluyordu.
Aracının piyasadaki rayiç değerinden haberi olmayan araç sahipleri verdiğim fiyatı uygun görüp araclarını bırakıyorlardı. Bir akşam yemeğinde bu konudan bahsedince annem “oğlum, insanlar sana güvenip aracını bırakıyorlarsa günaha giriyorsun çünkü onları aldatmış oluyorsun” dedi. Başımdan kaynar sular döküldü. Ben bunu nasıl düşünememiştim. İşin yoğunluğundan o kadar bunalmıştım ki başka bir şey düşünecek durumda değildim. Beni arayan eş dost arkadaş akrabalara sonraki satış müdürüm Önder Sancar Bey (Eski Genel Kurmay Başkanı Semih Sancar’ın yeğeni) cevap veriyordu. Rahmetli kardeşim Haluk Çapanoğlu aradığında Önder Bey “kuzum ben ona sekreterlik yapıyorum özel bir şey değilse bana söyle ben ileteyim” demiş de kardeşim çok şaşırmıştı. Sonraki günlerde dinlenmem için bana git birkaç gün istirahat et kendini toplayınca gel denmişti. Annemin bu ikazı üzerine bilgisiz müşterileri “isterseniz Aksaray ve Laleli’deki oto galerilerinden de bir fiyat alın” diye uyarıyordum.
Lafı biraz uzattık ama maziye şöyle bir göz atmış olduk. Aslında, ben aklımda yer etmiş dört olayı sizlerle paylaşmak istemiştim.
Birisi yeşil bir statıon vagon idi. Araba içinde bulunduğumuz yılın modeliydi yani gıcır gıcır bir araba. Neden değiştirmek istiyorsunuz diye sorduğumda bunu satıp binek almak istiyorum demişti. Birlikte bindik, aksların kontrolunu yapmak için otoparkımızda direksiyonu tam sola sonra tam sağa çevirerek ve olabildiğince hızlı bir şekilde tam bir daire çiziyor akslarda bir sıkıntı var mı diye bakmam gerekiyordu. Aksların başlarındaki laleler de aşınma olmuş ise tak tak diye vuruntu sesi duyulur. O yıllarda bu aksları şimdi ismini vermeyim bir yerli firma yapıyordu ve çok kısa bir sürede bu aks başları aşınıyor yenisini almak gerekiyordu. Ama bu araba daha çok yeniydi, böyle bir kontrole gerek yoktu. Hareket edince direksiyon sağa doğru öyle bir çekti ki sıkıca tutmam gerekti. Hemen durdurdum, motor kaputunu açtım elimi sağ şasenin altına soktum kocaman bir potluk vardı. Dedim ki “siz hangi çukura hem de büyük bir hızla düştünüz?” Önce şaşkınlıkla bir yutkundu sonra “kapağı olmayan bir PTT çukuruna düştüm” diye itiraf etti. “Bu aracın işi uzun şase doğrulma aparatına bindirilecek şasesi düzletilmeye çalışılacak. Tabi orijinali gibi olmayacak ben size fiyat verirsem çok düşük olur sizde de vermezsiniz geçmiş olsun” deyip savdım.
İkincisi yine yeşil bir statıon-vagon. Sol taraf ön çamurluktan arka çamurluğa kadar göçmüş. Nasıl oldu diye sordum.” Fırtınalı bir hava da Boğaz Köprüsünden geçiyorduk sağımda bir Tır vardı. Tır beni geçti, geçmesiyle birlikte soldaki çelik halatlara yapışmamız bir oldu. Araba da çoluk çocuk da vardı köprüden uçacağız sandım, çok korktuk” dedi. O yıllarda daha öbür köprüler yapılmamıştı. Bütün araçlar birinci köprüden geçiyorlardı. TIR’ın duldasına yol alan tecrübesiz sürücü fırtınalı havada boş bulunup direksiyon hakimiyetini kaybetmiş şiddetli rüzgâr onu karşı yolu ayıran çelik halatlara yapıştırmıştı.
Üçüncü olay açık mavi bir 12 TL idi. Servis içinde gezinirken elektrik ustası Memet Görücü kardeşim (Şişli Motor meslek lisesi mezunuydu) bu aracı göstererek “hayat kurtaran araç” demiş ve anlatmıştı. Beyoğlu istiklal caddesinin trafiğe açık olduğu yıllarda bu aracın sürücüsü direksiyon başında kalp krizi geçiriyor. Başıboş kalan araç Galatasaray postanesinin köşesindeki trafik ışığının direğine çarpıyor. Çarpmanın şiddeti ile göğsü direksiyon simidine çarpan sürücünün duran kalbi tekrar çalışıyor. O yıllarda araçlarda emniyet kemeri yoktu.
Dördüncü olayın kahramanı bir banka müdürüydü. Daha 1000 kilometre bile olmamış sarı renkli yeni TS binek aracını yenilemek istiyordu. Nedenini sorduğumda aracını teslim aldığı gün fazla heyecanlandığını servis istasyonumuzdan çıkarken sağa kısa dönüş yaparak aracın sağ tarafını kolonlardan birisine sürttüğünü. Yeni aldığı aracın daha kullanmadan yeniden boyandığını bu yüzden içine sinmediğini söyledi. Ben yine de rutin kontrollerimi yaptım. Araç sanki hiç kullanılmamış gibi, yeni araç kokusu bile duruyor. Sonra aracın içinde biraz sohbet ettik. Dedim ki,” beyefendi aracınızın başına bir şey gelmesini istemiyorsanız yatak odanıza koyacaksınız hafta da bir tozunu alıp hayranlıkla seyredeceksiniz. Ben böyle söyleyince güldü. “Bir sabah erkenden gelin bizim misafirimiz olun servise gelen kaza geçirmiş araçları görün, bu hasarı komşunuz aracını park ederken yapmış da olabilirdi. Bu şehirde bunları olağan kabul edeceksiniz. Aracınızın birçok yeri çizilecek hatta Allah korusun birisi çarpıp göçürecek böyle üzülecekseniz satın. Atalarımız derki malın varsa derdin var. Benimde aracıma boğaz köprüsünde bir avukat hanım arkadan çarptı, Allahtan köprüdeki kazalarda trafik polisi kim önde kim arkada sadece ona bakıp rapor yazıyordu yoksa avukat hanım beni uğraştırırdı, bende üzüldüm. Üzüldüğümü gören dayım dedi ki ben neden üzülmüyorum, çünkü benim arabam yok.
28.06.2025
OKUR YORUMLARI
Ali Dinç
28.06.2025 20:08:46
Çalışma hayatı acı, tatlı hatıralarla dolıdur. Önemli olan vicdanen rahat sağlıklı ve huzur içinde bu günlere erişip yaşamaktır. Allah sağlik ve afiyet versin. Selamlar.
Ali Dinç
28.06.2025 20:08:46Çalışma hayatı acı, tatlı hatıralarla dolıdur. Önemli olan vicdanen rahat sağlıklı ve huzur içinde bu günlere erişip yaşamaktır. Allah sağlik ve afiyet versin. Selamlar.