Sürur ÖZTÜRK

EZBER BOZAN

Yozgat Blues’da Yozgat yok


Ercan Kesal Yozgat Blues'da...

2011 yılından beri Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun’un ikinci filmi “Yozgat Blues”un sinemada gösterileceği günü bekliyordum.

30. İstanbul Film Festivali kapsamında 2011 yılında altıncısı düzenlenen Uzun Metrajlı Film Geliştirme Atölyesi Ödülleri açıklandığında, Mahmut Fazıl Coşkun’un “Yozgat Blues” projesine Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 10 bin, Melodika’nın da 25 bin Dolar ödül verdiğini; ardından aynı yıl Saraybosna Film Festivali’nde Eurimages ödülüne lâyık görülerek 30 bin Euro’luk ödülün sahibi olduğunu öğrendiğimde, filme olan merakım iyiden iyiye artmıştı.

2012 yılında Avrupa Görsel-İşitsel Eserler Destek Fonu Euroimages’ın, “Yozgat Blues”a 160 bin Euro destek vereceğini öğrendiğimde de, filme olan merakım daha da çoğalmıştı.

Aynı yıl film için Yozgat’ta mülkî amirlerin de katıldığı geniş kapsamlı bir toplantı düzenlenmişti. Böyle bir toplantının düzenlenmiş olması, Yozgat’ın şehir kimliğinin değişik boyutlarıyla sinema diliyle filme yansıyacağına dair umudumun çoğalmasına sebep olmuştu.

2012’nin sonlarında film ekibine çok yakın bir isimle, başka bir vesile ile yaptığımız kısa bir görüşme esnasında kendisinden, “Filmin Yozgat’la bir alâkası yok” ifadesini duyduğumda bu söz, filme olan merakımı azaltmak yerine daha da arttırmıştı. Öyle ya, Yozgatlı bir Yönetmen, adı “Yozgat Blues” olan bir filmi, memleketi Yozgat’ta çeker de, filmin nasıl “Yozgat’la bir alâkası yok” olurdu?

İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma’da görücüye çıkan “Yozgat Blues”u 11 Nisan Perşembe günü, İstanbul Beyoğlu’daki Atlas Sineması’nda izledim.

Filmi izlemeden önce kendi kendime şöyle bir telkinde bulunmuştum: ‘Filmi 2 ayrı bakış açısıyla izleyeceksin. Birincisi, Yozgat’ı tanımayan bir sinema izleyicisinin gözüyle, ikincisi, Yozgatlı bir sinema izleyicisinin gözüyle. Objektif olacak ve ikisini birbirine karıştırmayacaksın!..’


Gösterim öncesi bilet kuyruğu

Filmin biletlerinin önemli bir kısmı daha önceden alınmıştı. Sinema salonunun önünde de kuyruk vardı. Film ekibi de, filmi sinemada seyircisiyle birlikte izlemek için büyük bir heyecanla oradaydı. Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun’u zaman zaman sinemanın önünde bilet kuyruğunun yanında başrol oyuncusu Ercan Kesal’la sohbet ederken görüyorduk.

Acaba film nasıl bir film olmuştu?

Biletimi aldım, heyecanlı ve meraklı sinemaseverlerin tıklım tıklım doldurduğu salonda yerimi aldım.
Ben bir ‘Sinema Eleştirmeni’ değilim. Filmi, ‘sıradan bir izleyici’ olarak seyrettim; ama ‘sıradan hayatlar’ın anlatıldığı bir film için, ‘sıradan bir izleyici’nin kanaatinin de önemli olduğunu düşünüyorum…

Filmin hikâyesinde olay örgüsü oldukça sade. Yani, hikâyeyi çözmek için en küçük bir zihnî çaba göstermenize gerek kalmıyor. Bu da gösteriyor ki, senarist ve yönetmen, hikâyeden çok, hikâyenin kahramanlarının iç dünyalarına yönelmiş. Sıradan insanların sıradan hayatlarının içindeki ayrıntıları öne çıkararak, kısaca her insanın bir hikâyesi, o hikâyenin içinde de kendince bir dünyası olduğunu, bu dünya içinde her gün herkesin bir dram (belki melodram) yaşadığını vurguluyor. Bu, bir fotoğrafçının, bir evi değil de, evin kapısının kolunu ya da kilidini yakın plan görüntülemesi gibi bir şey… (Makro fotoğraf çekmeyi seven birisi olarak gayet iyi anlıyorum…)

Film, neredeyse baştan sona yakın plan çalışılmış. Kamera sürekli omuzda. Bilinçli olarak, görüntülerin hep ‘sallantılı’ olması tercih edilmiş. Bu, filmin psikolojik boyutunun bir gereği ya da sonucu olarak değerlendirilebilir: ama bence bu görüntü tekniği epeyce abartılmış. Çünkü özellikle filmin ilk sahnelerindeki bu sallantılar, o mekânda olayı izleyen gizli ikinci bir şahsın varlığına işaret ediyormuş kanaati uyandırıyor; fakat ikinci bir göz olmadığı sahnenin hemen ardından anlaşılıyor. Çerçevelemede / kadrajda hatalar olduğunu düşünüyorum. Çerçevede kalan anlamsız boşlukları, 1-2 saniye sonra ya bir insanın ya da bir objenin doldurmasını bekliyorsunuz, ama öyle olmuyor… Çerçevedeki o tuhaf boşluklar öylece geçip gidiyor…

Filmin neredeyse tamamının yakın plan çalışılmış olması ve tamamen oyuncuların portrelerine odaklı sahnelerin üzerine inşa edilmesi, gerçekten bu kadar gerekli miydi?

Ercan Kesal’ın oyunculuğu oldukça iyiydi. Fakat Yavuz rolündeki Ercan Kesal’ı bu filmde adeta, Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir zamanlar Anadolu’da” filmindeki köy muhtarının tavırları ve mimikleriyle izledik. Oysa Ercan Kesal’ı her filmde başka bir karakter olarak görmeyi arzu ederdim. Bu bir eksi puan olacaksa, Ercan Kesal’ın değil, Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun’un hânesine yazılmalı tabii…
Neşe rolündeki Ayça Damgacı’nın, Sabri rolündeki Tansu Biçer’in ve Kâmil rolündeki Nadir Sarıbacak’ın da, üstlendikleri rollerin hakkını yeterince verdiklerini düşünüyorum. Filmin diyalogları da başarılı ama sanki Ercan Kesal düşünülerek yazılmış gibi...

Filmin şehri nerede?

Tamam; film, ‘sanatsal’, içe dönük, psikolojik, sosyolojik unsurlara vurgu yapan bir film, kabul; fakat böyle bir filmde insan-mekân ilişkisi nerede? Yönetmen, film boyunca Yozgat’ı göstermemek için özel bir çaba sarf etmiş. 1-2 sahnede, arka planda flu bir görüntüyle belli belirsiz olarak gözüken bir Saat Kulesi, bir sahnede de otomobil Çamlık’a çıkarken gözüken birkaç saniyelik Çamlık görüntüsü… Filmde ‘mekân’ olarak neredeyse diğer bütün sahneler, pasajların bodrum katlarını, izbe mekânları, karanlık kenar sokakları gösteriyor. Filmin bir sahnesinde, Yavuz ile Neşe, kaldıkları otelin penceresinden şehre bakarlarken Yavuz, “Bir de deniz olsa aynı Zeytinburnu” (İstanbul’un bir ilçesi) diyor ama o sahnede bile Yönetmen, Yavuz’un böyle önemli bir benzetmede bulunduğu şehir görüntüsünü bize göstermiyor… Şehir sadece, kendisini entelektüel bir sanatçı olarak göstermeye çalışan ve bu hâliyle oldukça komik olan radyo programcısı Kâmil’in, vokalist Neşe ile, yüksek bir binada olduğu anlaşılan radyodaki diyaloğu esnasında kısa bir süre pencereden geniş plan gözüküyor…

Yozgat, sadece fizikî yapısıyla değil, hiçbir yöresel kimliği, hiçbir sosyal arka planı ve hiçbir folklorik yapısıyla da filmde yer bulamıyor. Neşe’nin zeytin peynir aldığı esnaf, Yavuz’un gömlek istediği gömlekçi, gömleklik kumaş istediği terzi / manifaturacı ve parasızlıktan enstrümanını sattığı bağlama tamircisi, Neşe’nin Sabri ile birlikte gittiği pastanedeki tezgâhtar, Sabri’nin çok kısa bir süre gözüken asık suratlı annesi gibi çok sınırlı ve özelliksiz birkaç portrenin dışında, şehrin insanını da filmde göremiyorsunuz. Yavuz’un şarkı söylediği gazinodaki izleyici profili bile filme yansıtılmamış. Kısacası, Yozgat Blues’da Yozgat yok.

Denebilir ki, “Ya kardeşim, sen de hiç sanattan anlamıyorsun! Bütün bunları biz filmde bilinçli olarak, özellikle böyle sınırladık. Mesele, hikâyenin kahramanlarının iç dünyalarına yönelmekti…”

Bu bir yöntemdir, bir tercihtir, anlaşılabilir bir gerekçedir, kabul; ama İstanbul’dan kalkıp Yozgat’a giden ve onun peşine takılan Neşe’nin üzerinde, gittikleri şehrin kültürel / folklorik özelliklerinin hiç mi bir izi, etkisi olmaz? Yavuz ve Neşe’nin, gittikleri şehre, insanlarıyla ve mekânlarıyla, kültürel ve fizikî yapısıyla hiçbir merak duymamış olmaları çok mu gerçekçidir?

“Bu film, Yozgat’ın tanıtımını yapmak için çekilmiş bir belgesel değil; bu bir festival filmi” diye itiraz edilebilir, amenna; ama o halde niye Yozgat? Bu film neden Yozgat’ta çekildi?


Film ekibi seyircilerin sorularını cevapladı

Bu soru, film gösteriminin sonundaki 15 dakikalık soru-cevap faslında film ekibine de soruldu. Cevap: “Çünkü Yozgat, Türkiye’nin tam ortası. Anlatmak istediklerimizi en iyi orada anlatabileceğimizi düşündük.”

İyi de, Yozgat’ın Türkiye’nin tam ortasında yer almasının anlamı ne? İç Anadolu’nun da ortasında bir Orta Anadolu şehri olması değil mi? Peki filmde Orta Anadolu’nun nesi var?

Yine bir seyirci sorusunun ardından, filmin senaristi Tarık Tufan, filmde hiç ‘geniş plan’ çalışmamış olmalarının bilinçli bir tercihleri olduğunu vurguladıktan sonra, mealen ve özetle şu anlama gelen bir açıklama yaptı:

“Mutsuz taşra insanının bakış açısı çok dar. Taşra insanı hayata, insanlara ve dünyaya nasıl bakıyorsa, bizim kameramız da filmde öyle baktı…”

Bence bu tespit son derece doğru; ama bu tespit, şehri yok farz ederek değil, aksine şehri filme yansıtarak daha başarılı bir şekilde yansıtılabilirdi… Zira ‘olmayan’ bir şehirde film çekmiş olmanın da bir anlamı kalmaz…

Film, ‘kendimce’ sıralamaya çalıştığım ‘bana göre’ kusurlarına rağmen, güzel bir film. Fakat çok daha iyi olabilirdi. Şehrin arka planda kalan gizli dokusu filme yansımış olsaydı, hem içerik hem de görsellik bakımından çok daha zengin bir film görebilirdik.

Yeni yeni yayınlanmaya başlanan “Yozgat Blues” değerlendirmelerinde, filmde taşra insanının anlatıldığını ifade edenler var. Bense filmde ‘taşra insanı’ göremedim. Taşra insanı kim? Yavuz mu, Neşe mi, Sabri mi, Kâmil mi?…

Ödül töreni bu gece. (14 Nisan Pazar) “Yozgat Blues”, “Altın Lâle” ödülünün sahibi olabilecek favori filmler arasında gösteriliyor... Bakalım jüri kararını nasıl verecek?

15.04.2013
OKUR YORUMLARI
ABDULKADİR ÇAPANOĞLU
15.04.2013 11:14:00

Sahipsiz insanların sahipsiz şehri. Çapanoğlu Süleyman Bey’den sonra her dönemde her şekilde kullanıldı. Bazen din ile bazen milliyetçilik ile ama çoğu zaman ağızlara çalınan bir parmak bal ile oyları alınıp sonra kaderine terk edildi. İrfan sahipleri uyan Yozgat diye çırpındıkça uyumakta ısrar eden bir şehir. Şimdi de Çerkez Ethem filmi ile birkaç kişinin menfaatı uğruna yine ağızlarına çalınacak bir parmak bal uyutulmaya çalışılıyor.Kellim kellim la yenfa.

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ