Şükrü ERBAŞ

TUZUN İÇİNDEKİ GÜL

İnsanın etinde, sesinde, gözbebeklerinde yaşantıya dönüşmemiş ya da boylu boyunca acıya dönüşmüş bir babanın o derin, kırıcı, o gücenik boşluğunu hangi sıcak söz bir iyiliğe, bir yaşama sevincine dönüştürebilir ki...

Ihlamur ağaçlarının rüzgârsız gölgesi Temmuz güneşini azaltmıyor, artırıyordu. İnsanlar aldığı soluktan bunalmış, ince giysilerden medet umuyorlardı. Serinlik denilen can suyu dünyamızdan elini eteğini çekmişti. Yaz, bir vazgeçişe dönmüştü. En diri sesler bile ancak birkaç metre yükseliyor, sonra harf harf dağılıp bir can sıkıntısı, bir anlamsızlık olarak bu ağır havaya ekleniyordu. Nesnelerin eridiği bir mevsimdi. Ses yoktu. Hareket yoktu.

Sapsarı bir zamanın içine simsiyah oturdu. Uzun gözleri vardı. Bakmıyor da herkesi bir uzaklığa yerleştiriyordu. Kaşları her söylediğine çifte çizgiler çeken kemerli bir köprüydü. Tuz içinde bir güle benziyordu. Dünyayı güzelleştirecek yaştaydı ve büyüklerden daha örseli bir sesle konuşuyordu. Sesi aralık kapılardan sızan, evlerin o herkesin bildiği giziyle kapalıydı. Kocasından babasına çektiği ipe bütün erkekleri dizmiş, yaşadığı üşümeye kimin sebep olduğunu görmek ister gibi bakıyordu. Çabuk yoruluyordu. Sustuğu zaman kirpikleri de susuyordu. Kirpikleri susunca bizler simsiyah oluyorduk. Başkalarının değer yargılarından kimliksiz bir yük edinmişti. Kendisinden başka herkes vardı aklında. Yüreğiyse, serçelerin yerini kirpilerin aldığı yabanıl bir koruluktu. Bu mutsuzluk resmini bozan tek yaşama imi, gamzelerinde çırpınan gün ışığıydı. Gülümsemesi en duyarsız insana bile kederi sevdirecek güzellikteydi. Herkesin evlere çekildiği saatlerde, uzaklarda söylenen bir türkü kadar dokunaklıydı. Her yanlışı kendisiyle açıklamasa, başkalarını bu kadar büyütmese, uzak uzak engeller bulmasa yaşamaya, ışıklı bir su gibi içimizden dışımızdan akacaktı.

“Herkesi babama benzetirdim. Ya da hiç kimse babama benzemezdi. Evimizde yapraklanan bir çınar ağacıydı. Gölgesi yazın serinlik, kışın sıcaklık verirdi. Yanımda olduğu zamanlar iki kat yaşardım. Yüreğimde karıncaların yürüdüğü bir yeni zamandı. Kim birazcık ona benziyorsa gizlice seviyordum. Bütün erkeklere mavilik veren bir gökyüzüydü. Bir gün gelmeyiverdi. Ben inanmadım. Sonraki günler de gelmedi. Ben bir çınarın her yaprağından defalarca düştüm. Annem sustu. Gözbebekleri büyüdü, büyüdü; kirpiklerinden taştı. Konya ovasında öyledir ancak keder, güneşin battığı saatlerde. Birden bire yalnızdık. Babamın uzun boyları başka kapılarda kırılıyordu. Gözlerinin değdiği her yerimiz üşüyordu. Annem, babamın yerine de sevdi beni. Hohlayıp hohlayıp sildi acımı. Ben gittim bir başka erkeğe inandım. Korkuyla zedeledi beni. Babamın bıraktığı yıkıma şiddeti ekledi. Annemi anladım. Kendisini sevmeyenin acısı da olmazdı öfkesi de... İnsanın bir ömrü, gökkuşağının yedi rengi vardı ve dünyadan başka dünya yoktu. Annemi bir daha sevdim. Gökyüzünü gördüm. Aynaya baktım. Şimdi gidip kentin en kalabalık yerinde hayata gülümseyeceğim.”

Oturduğumuz masaya birdenbire serçeler doldu. Ihlamur ağaçlarında bir rüzgâr, bir rüzgâr... Kaşlarının biri bulutlarda, biri toprakta çiçekleniyordu. Elini tuttum, Konya ovasında ekinlerin düğünü vardı. Ey acıdan damıtılmış yaşama sevinci, sen ne güzel, ne büyük, ne değerlisin...

OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ