Şükrü ERBAŞ

EKSİKLİ SÖZÜN BÜYÜSÜ (1)

Zaman, 1960’ları yarılamış, 70’lere akıyor. Şiir, Karacaoğlan’dan Nâzım’a dönüyor. 68 kuşağı sınıflardan sokaklara, sokaklardan evlere büyüyor. Masallar, halk hikâyeleri Orhan Kemal’le, Yaşar Kemal’le, Sabahattin Ali’yle katı gerçeğimize yeni bir dil oluyor. Külebi, Attila İlhan’la; Dıranas, Ceyhun Atuf’la başka değerler ediniyor. Orhan-Melih-Oktay, sıradanı şaşkınlığa çeviriyor. II. Yeni henüz defterimize düşmemiş. Gökyüzü, Neşet (Ertaş), Mahzuni (Şerif), İhsani dolu. Devrim düşüncesi seslerimizi tutmuş. Ruhi Su hem bildik hem yeni. Abbas Sayar küçücük kentimizin efsanesi. Kentimizde kitapçılar var. Freud’un Cinsiyet ve Psikanaliz’ini, Albert Camus’nün Başkaldıran İnsan’ını, Engels’in Bilimsel ve Ütopik Sosyalizm’ini, daha nice kitabı o yıllarda Yozgat’ta buluyoruz. İki kadın şair biliyoruz: Taşra Kızının Deliceleri ile Türkân İldeniz (kitabın ismi hâlâ nasıl çekici); Kırmızı Karanfil’le allak-bullak olduğumuz Gülten Akın. Şu dizeler şiiri birden ev içine çeviriyor: “Gülten’i Yozgatlı demesinler bundan böyle/ Nerde ölürsem oralı olayım/ Doğularda, yolsuz dağların/ Soğuk suların başında öleyim” Kalıveriyoruz. Her sözcük, her dize bir daha bizim oluyor. Taşramız büyüyor, değerleniyor. Şiirin sitemi acıtsa da bir gizli sevinç bu. Göğüs kafesimizi hapishaneye çeviren derdin dilini bulmanın, hem de kendi duyarlılığında bir sözle bulmanın sevinci. Nerden geçti elimize bu kitaplar bilmiyorum. Zaten biz bütün o kitaplara nasıl başladık, ülkenin sol tarihinden söz etmeden kim bilebilir ki… Birden bire dünyanın bütün haksızlıkları bize yapılmaya başlanıyor. Yoksulluk insanları ezdikçe, sorumlusu küçücük hayatlarımızmış gibi utanıyoruz. İnsanın her şeye gücünün yettiği o yaşlarda, güçten, şiddetten, paradan nefret etmeyi öğreniyoruz; hem de şiirden, kitaptan ve kendimizden başka öğretmenimiz olmadan…

Ne diyordu yeni öğretmenimiz: “Bir çocuk şarkı söylüyordu/ Dokunan bir şeydi ama neydi/ Şarkı mıydı, sesi miydi, çocuğun kendisi miydi/ Çocuğun kendisi miydi, çocuğun kendisi miydi?” (Kırmızı Karanfil) Bu şiir yeniydi ama biz bu sesi biliyorduk. Bu ses kırk yıl öncesinden geliyordu; bu ses canımızda süren ölümlerden geliyordu; bu ses bir Yozgat ağıdı diye bildiğimiz bir ağıttan geliyordu: “Açın kapıları Osman geliyor/ Osman değil, Osman değil aslan geliyor.” Sonradan şiiri bilen bilmeyen herkesin dilinde bir yakarış olarak çınlayacak başka dizeler söylüyordu öğretmenimiz: “Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya.” (Kırmızı Karanfil) Bunun çok erken ve acı bir bilgi olduğunu o günlerde ne kadar anladık, bilmiyorum. Yabancılaşma insanı bu kadar teslim almamıştı. Acımasız bir şiddet üstümüze geliyordu ama biz inatla gelecek zamanlara inanıyorduk. ‘Kalın fırçalarını kullanarak geçenler/ evler, çocuklar mezarlar çizdikçe dünyaya’ bu iki dize, içerdiği doğruyu oya oya çok daha derinlere düşecekti. Çok sonraları nasıl da anlayacaktık bu büyük yalnızlığı. Söz, yüzlerce şiirden, söyledikçe incinip sustukça karararak Ağu’ya gelecekti; bu nasıl yıkıcı dünya, nasıl yakıcı bir sezgiymiş, öğrenecektik: “Söylesek kendini çoğaltacak/ güzel sözlerimiz/ hak etmiyor kimse/ onları geriye itiyoruz/ kurak, daha kurak daha kurak/ ötekiler daha kara ağzımızda/ kendi dilimizle ağulanıyoruz” (Kuş Uçsa Gölge Kalır) 

İki sesi vardı bu şiirin: Birisi gözü kara bir isyan; öteki kabullenmiş gibi görünen ama isyandan yakıcı bir çekiniklik: “Ey sen aklını devrimden kaçıran/ Çocuklar yok mu dünyada, yok mu denizler?/ Apansız bastıran kırımlar yok mu?/ Salgınlar sürgünler savaşlar/ Ölüm seni çevirmez mi?” (Kırmızı Karanfil) Bu sözler bizim dünyaya itirazımızdı. Ağzımızdaki kalbimizdi. Ancak bu kadın, bu bizim yeni ablamız, evlerdeki annemizin kaderini, devrim düşüncesinin imbiğinden bir iniltiyle geçirerek, bir başka yanımızı, geleneksel erkek hoyratlığımızı insan kılıyordu: “Ben hatırlayamam söyledilerdi/ Eve isteksiz geldiğin bir gün/ ‘Tatlıdır sokak çeşmeleri, evler acı/ Tatlıdır sokaklar, evler acı/ Tatlıdır el sofraları, evler acı’/ Efendim ben ölim/ Kaldırıp yere vurdun/ Küçük kız değildim belki taştım/ Çünkü sever babalar küçük kızları/ Başkalarında gördüm.” (Kırmızı Karanfil) İki ses de ev içlerimizdi, avlularımızdı, kentimizin kapalı sokaklarıydı. Bu kadar gerçek. Ancak bu seste, bu sözde bir tuhaflık vardı; ne kadar açık, yalın ve bildik şeyleri söylerse söylesin, sözün bir yerinde bir eksiklik bırakılıyordu. Su gibi akan söz, birden kesintiye uğruyordu. Bu bir huzursuzluktu. “Ey ben, türkülerin ve gece uyanışların/ Döner mi? döner mi? döner mi?” Çember şiirinin bu son iki dizesi, birden bizi şiirin başına götürüyor. Önceki dizelerde akıp gelen hayat bilgisi ve dil, beklenmeyen bir kesintiyle, bilinenin içinde saklı, önceden düşünülmeyen bir yaşantının cümlesini bize kurduruyor. Gözümüzden göz, aklımızdan akıl isteyen bir söyleyiş bu. Bu cümlede –elbette kurabilirseniz- dolayımı geniş bağlantılar, tevazunun insanı güzelleştiren büyüklüğü ve acı bir incelik vardı. Uzun söylersem, benim kederime sizin aklınıza saygısızlık olur, diyen bu iç ses bizden, başka hayatların sevgisini istiyordu. Bu eksikli sözün büyüklüğünü daha sonra okuyacağımız her Gülten Akın şiirinde yeniden, yeniden yaşayacaktık.

Bizim gecikmiş okumalarımız bir sıra izlemeden sürecekti. Kestim Kara Saçlarımı, Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı, Rüzgâr Saati, Seyran Destanı, Sığda, Ağıtlar ve Türküler, İlahiler, 42 Gün… Kırmızı Karanfil’le bir dönemeç alan söz, Sevda Kalıcıdır’la başlayan bir başka dönemece gelecekti; şimdilik Kuş Uçsa Gölge Kalır’la soluklanan, geniş eğri çizen bir dönemece… Ancak hangi kitaptan söz edersek edelim, değişmeyen, insanı insan olmanın acısıyla ürperten, sözü geri çektikçe bizi de mıhlanmış gibi içine çeken bir dil, bir söyleyiş vardı: “Ben yalnızlığı gözlerim gibi taşıdım/ Unutmak olmazdı unutmadım/ Ben garip çingene –oh olsun-/ Parlak tüylerinden önce tavusun/ Çirkin bacağından haberli” (Kestim Kara Saçlarımı); “Maviyi kaldırın kara koyun sırasıdır/ Bana yeni tutkular gerek bıktım/ Bir solukta buz gibi yaşamak isterim/ Beni öldürürse bu umut öldürür”  (Rüzgâr Saati) “Ne türlü koysak az sözcüklerden/ Gerçeği düşsel inceliklere/ Ne türlü kaçırsak kendimizi/ Azgın avcıları kıyımızın/ Pusuda şiirlere şiirlere” (Sığda) Bu dizelerde ve bütün bir Gülten Akın şiirinde, umudun umutsuzluktan daha ağır yük olduğunu bilen, dünyaya mutsuzluğundan tutunan bir şair-özneyle karşı karşıyayız. En özel bir arzu, bir yaşama sevinci bile tersinden bir bağlama oturtularak, kalabalıkla eksikli hale getirilerek; gizli bir duygulanış kültürel-toplumsal bir arka planla halkalanarak; şiir adına en yeni söyleyiş bile çok eski, bildik bir sesle tanıdık kılınarak söyleniyordu. Bu dil, şiire girişimizi olağanüstü kolaylaştırırken, böylece duygusunu bize coşkuyla bulaştırırken, aynı zamanda arzunun ve acının toplumsal boyutunu görmeye de götürüyordu. Şiirle gerçeklik arasındaki bu müthiş diyalektik, bizi hem boylu boyunca yalnızlığa batırıyordu, hem de büyük bir kalabalıkla bu yalnızlıktan çıkarıyordu. Bu, tuhaf bir çoğalmaydı… Bizim kuşak kalbiyle solcu olmuştur, buna sonuna kadar inanırım. Bizi toplumsal olanın bilincine, ülke sorunlarının gerçeğine, kendi hayatımız kadar şiirlerin bu dili ve hayatı da götürmüştür. Gülten Akın şiirindeki annelikle menevişli tarazlı ses, bu sesin onurlu iniltisi, bunu çok daha içerden bir duyguyla yapmıştır.

(Devam edecek )

OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ