Durgunluğu ikinci bir ten gibi giyinmişti bedenine. Yıpranmış bir zamanın ete kemiğe bürünmüş resmiydi ve dünyanın değerini, yaşamın bütünlüğünü ve derinliğini bize göstermek için doğanın önümüze koyduğu en trajik gerçekti. Bir yağmur sonrasının yatışmış duruluğu ile gülümsüyordu, kalabalığın o kendini silen, her şeyi bulandıran telaşına. Durduğu her yerde bir altın göl oluşuyordu güneşi diplerde ışıyan. Cevizler, ılgınlar ve akasyalar arasından esen bir ikindi serinliğiydi gözleri. Bir imkân avcısı, bir zaman ustasıydı, doğanın sisler ardına çektiği hazlara, son bir kez saygıyla ve ürpererek dokunan. Güz yapraklarını andıran bedeniyle bir uzaklığı ölçüyordu durmadan. Çocukları çoktan uykuya varmış bir oyun yerinin geride kalan sesiyle konuşuyordu. Binlerce serçenin konup konup kalktığı karlı bir düzlüktü yüzü. Alınan soluğun bile anında uzak bir anıya dönüştüğü bir mevsimi yaşıyordu. Rüzgârlar, sular ve çocuklar, elinde kalan son burçlarıydı, kapıları ardına kadar açılmış bir kalenin. Gittikçe gün ışığına benziyordu; iyimser, uzak, dingin ve yalın. Her şeye gülümseyerek bakılan bir zamanın güzelliğindeydi.
“En çok akşamları duyuyorum zamanın acısını. Bir kandilin yağı bitmiş de fitili yanıyormuş gibi garip bir is kokusu yayılıyor eşyalardan. Eskimeyi hiç bu kadar yakın ve yoğun yaşamamıştım. Duvarlar bir sünger gibi emiyor gün boyu sokaklardan topladığım sesleri. Işık, sevinç ve hareket yerini koyu bir gölge, bir dip yalnızlığına bırakıyor. Geriye bir iç çekiş, bir uğultu, bir sayıklama gibi kendi sesim kalıyor, aynalara buğular düşüren. Kitap, şarkı, sigara... Sığındığım ya da kaçtığım her şey anılarla sevişip ayrılıkla çiftleşerek yerleştiğim oyuğu büyütüyor. Bir odadan ötekine geçerek ne kadar yatıştırılırsa yalnızlık, o kadar yatıştırıyorum. Dalgınlığın tavanlara çizdiği resimleri bir görsen... Birinde bir kadın yaz günleri gibi gülümsüyor, birinde bir çocuk yağmurlarla yarışıyor, bir adam, üstünde gökkuşağının yedi rengi, sular, ekinler ve toprak damlardan uzak kentlere yola çıkıyor ötekinde. Uzaklığın anlamını yitirdiği bir esrimeyi, bir büyüyü yaşıyor insan.”
“Yine de bir insan sıcaklığının yerini hiçbir şey dolduramıyor. Garip değil mi, yaşadığı acıları bile özlüyor insan: Çocukların çarpıp çıktığı kapılardan giren ayazı; karısının, tüm incelikleri diplere çeken sesinin o buzdan burgacını; bir bunaltı, bir karabulut gibi odaları basan babasını; bütün yönleri kendine çevirdikten sonra dönüp giden bir kızın insanın boğazına attığı düğümleri; yalnızca çıkar için bile olsa kapıların çalınışını; sevgiyi daha ilk adımda örseleyen kaba içtenliği; bir yalanı gizlemekten çok açık eden kaypak gülüşleri; insanı ateş üstünde bırakıp kaçan korkuyu; her yeni olanakla yeni bir kimlik edinen oynaklığı; camlarını kırsa da birinin sana taş atmasını... Biliyor musun, yalnızlık insanın kendi seçimiyse iyi bir sığınak sayılmalı. İnsan geçmişe gülümseyerek bakıyorsa, başka bir umarı kalmadığındandır. Avucumuzdan usul usul sıyrılan dünyayı son bir çırpınışla sevmekten başka ne gelir elimizden. Yoksa insana acısını özleten bir gerçeklik, gerçekte ona verilmiş bir cezadır.”
Sesindeki tarazlanmayı gülüşüyle silerek doğruldu. Bir solgunlukla yumuşattığı park kanepesine atkestanelerinin gölgesi düşmüştü. Güneş ayrılık burcuna giriyordu usul usul. Kentin tüm seslerini içine çekti derin bir nefesle. Gözü ayakkabı boyayan çocuklara kaydı. Sonra bir genç kızın gülüşüyle ürperdi, ışıklandı. Birisinin elini tutuyormuş gibi uzattı elini boşluğa. Döndü, son bir kez: “İnsanın bu yaştaki yanılsamaları gerçek olsa dedi, düğüne gider gibi gider ölüme.”
Sarı bir makara boşalıyor gibi yürüyüp gitti.
( İnsanın acısını insan alır )