Mert Kaan DEMİRER

ETRAFLICA

Travmatize Toplumlar ve Demokrasi Çıkmazı

Malumunuz… epeyce beklenen ve sonuçları yönünden Cumhuriyet tarihinin en kritik seçimlerinden biri olduğu herkesçe kabul edilen bir süreçten geçiyoruz. Sürecin sonuna gelmiş olmamakla birlikte, sonuca dair öngörülerin netleştiği ve dolayısıyla bilinmezlik sisinin dağıldığı günlerdeyiz. İtirazlarla birlikte seçim sonucunu etkilemeyecek derecede küçük oranlarda değişebilecek olmakla beraber, görünen tablo o ki; Recep Tayyip Erdoğan 49.52, Kılıçdaroğlu 44.88 ile seçimi tamamladı.

Kaba bir hesapla; iki seçmenden biri, bir adayı uygun bulurken, öteki ise diğer bir adayı uygun buldu.

Bu sonuçlar en temel manasıyla gösteriyor ki; Memleket hala, herkesin çok şikayetçi olduğu ya da sadece olduğundan bahsetmekle yetindiği ‘kutuplaşma’ meselesini, en sert haliyle yaşamaya devam edegeliyor. Elbette kutuplaşma dediğimiz mesele, yoktan var olan, temelsiz yahut sebebi kendinden menkul ve değişmez bir dinamik değil. Kutuplaşma motivasyonunu diri tutan beyanlar, o beyanların ‘yarayı kaşır gibi’ harladığı kamuoyu algısı ve bu algının kime yaradığı, hangi tarafın bu yaraları sarmakta niyetli olduğu ya da niyetli olduğu meselede ne kadar başarı elde ettiği tartışma konusu.

On yıllardır anlatılagelen, eskiyen ama belli ki doğruluğundan bir şey kaybetmeyen haliyle; iki kutba ayrılmış olan toplumun bir kesimi, muhafazakar değerlere içkin bir hayat yaşar ve bu muhafazakar hayat pratiklerinin ‘sonradan ve zorluklarla elde edilmiş kazanımlar’ olmasından da hareketle, elden kayıp gitmesine dair endişe duyarken; diğer bir kesim ise yaşayış biçimini daha Batılı ve ‘seküler’ olarak addediyor ve yine o kesim de yaşam pratiklerinin sürekli ve sistematik bir biçimde tehdit edilip ‘daraltılmasından’ endişe duyarak, kendi içine kapanmaya devam edegeliyor. Eski ama hala geçerli bir hikaye olduğu muhakkak.

Toplum nezdinde kazananının belli olduğu işbu ikiliğe rağmen, bir kesim kamuoyunda ve siyaset tacirlerinde, Kılıçdaroğlu önderliğindeki muhalif kesimin seçimlerden başarıyla ayrılacağı, üstelik bunu ilk turdan yapacağına dair kuvvetli bir inanç neşet etmişti. Bu durum, muhalif kamuoyu için çok da sık rastlanır bir duygu durumu olmasa gerek. Zira şimdiye kadar girdiği bütün seçimlerden bir şekilde başarıyla ayrılan Tayyip Erdoğan, ilk defa öngörüler yönünden de olsa kaybetmeye mahkum taraf olarak addediliyordu.

Bu öngörüye sahip olmanın ve gerçekleşeceğini iddia etmenin, kişilerin siyaset teorisine dair olan yakınlıklarıyla ve politik bilinçten doğan ferasetle alakalı olduğunu zannediyorum. Zira ben de onlardan biriydim. Kutuplaşma siyasetine çomak sokan ve muhalefet cenahını, seküler yahut muhafazakar ayrımı yapmadan Altılı Masa adıyla bir ‘çatı’ altında toplayan Kılıçdaroğlu’nun, yukarıda bahsini geçirdiğimiz ve kazananı belli olan ‘ikiliği’ alt edeceğine dair kuvvetli bir inanç taşıyordum.

Ancak… Siyaset biliminin teori kısmında, kağıt üstünde işleyen bu denklem, gerçek hayata ve seçim sonuçlarına yansımadı ve toplumun hala iki kutupta kümelendiğine dair net bir fotoğraf ortaya çıktı. Kutbun bir tarafı, Cumhuriyet tarihi boyunca kazandıran denklemde olduğu haliyle, toptan bir halde sağ-muhafazakar görünüm arz ederken, diğer taraf, ilk defa ‘sadece sekülerlerden’ oluşmuyor, siyasi elit düzeyinde, karar verici makamlarda birçok başka unsuru da ihtiva ediyordu.

Üstelik bu unsurlar, ‘dostlar alışverişte görsün’ mantığı ile masaya dahil edilmiş olan unsurlar da değildiler. Her birinin, kutbun diğer tarafı diye bahsettiğimiz sağ-muhafazakar cenahta ciddi de bir özgül ağırlıkları vardı. Ya da bu seçime kadar, o türden bir ağırlığın var olduğu zannediliyordu.

Zira; Muhafazakar geçmişi, siyaset tarihimizin en eskilerinden biri olan Saadet Partisi, AKP’nin en çok oy alan Başbakanlarından biri olan Ahmet Davutoğlu ve Gelecek Partisi, 1950 seçimleri ile iktidarı CHP’den alan Demokrat Parti, Memleket’in ekonomik refah açısından en yüksek düzeyde seyrettiği dönemin mimarı olan Babacan ve Deva Partisi, bütün bunlar siyasi olarak iddia ortaya koyan, özgül ağırlığa epeyce sahip ve seçmen kitlesi özelinde, kutbun CHP’ye yakın olmayan diğer kısmına ait partiler. İyi Parti ise her ne kadar kuruluş itibarı ile muhalif doğduysa bile, ideolojik konum olarak milliyetçi-muhafazakar bir kanadın temsilcisi olması itibarıyla, Masa’nın diğer partileriyle beraber kutbun diğer kısmında konumlanıyordu.

CHP’nin Kılıçdaroğlu önderliğinde geçirdiği değişim; parti kadrolarındaki ‘eski’ yüzlerin tasfiyesine, Üniter ve Ulusalcı değerleri zaman zaman insan haklarının dahi önünde tutan Jakoben eğilimli idari kadronun yerlerini bir bir kaybetmesi ve yerine ‘yenilerinin’ gelmesine neden oldu. Zira, Türkiye’de seçim kazanmak ve sağ-muhafazakar seçmen kitlesini anlamak için yapılması gereken ilk ve en önemli adım olarak da yapılması gereken buymuş gibi görünüyordu. Kılıçdaroğlu’nun partiyi dönüştürdüğü mevcut hale kadar, CHP, sağ-muhafazakar cepheden bakınca ‘diğer’ kutbun lideri, banisi hatta tehditkar biçimde savunucusu gibi duruyor, bu nispetle toplumun büyük kısmını travmatize edecek tavırları ‘hatırlatmaktan’ geri durmuyordu. Baykal, Sav, Anadol gibi ‘eski’ CHP’nin önde gelen isimleri, kutbun büyük kısmını oluşturan sağ-muhfazakar seçmen üzerinde yer yer korku ve endişe, yer yer tiksinti düzeyinde duygusal tepkilere yol açıyor, küçük ve marjinal bir ‘dayatmacı-seküler’ grubun sözcülüğünü üstleniyorlardı.

Dönüşüme uğrayan kadrolar, şahin bir ideolojik aktiflik yerine ‘hak temelli’ siyaset yürüten ve bu yönde değişen CHP üst yönetiminin ılımlı politik tavrı, İmamoğlu ve Yavaş gibi sağ-muhafazakar seçmenden de teveccüh gören isimlerin görkemli seçim zaferleri gibi nedenlerle; bahse konu kutuplaşmanın yumuşadığına şahit olmuştuk. Hem CHP’nin kendi içinde geçirdiği evrim, hem de CHP’nin kurduğu masaya dahil olan diğer 5 siyasi partinin politik duruşları nedeniyle, toplumdaki ikiliğin, muhalif kanat lehine kırılacağı yönünde kuvvetli bir beklenti oluşmuş ve Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanacağına dair iddialar gittikçe daha inandırıcı gelmeye başlamıştı.

Ama tabii siyaset, hele ki Türkiye şartlarına içkin siyaset, politika biliminin doğrularını her seferinde doğrulamaz. Yine öyle oldu ve toplum kendi yazgısını kendi çizdi. Sayılan onca nedene ve kağıt üstünde tıkır tıkır işlemesi beklenen denkleme rağmen, öngörülerin hiçbiri tutmadı ve Tayyip Erdoğan hiç de azımsanmayacak bir farkla ilk turun kazananı oldu. Neden böyle olduğuna dair her cepheden birçok farklı tahmin söz konusu olsa da kanımca bir tanesi daha çok öne çıkıyor. O da travmatize ‘edilmiş’ toplum meselesi.

Sağ muhafazakar-milletçi kutbun, bir şekilde konsolide olduğunda, Cumhuriyet’in seçimle iş başı yapılan her döneminde kazanan adayı belirlediğini bilmek için siyaset uzmanı olmaya gerek yok. Seçimin anahtarı ‘yine’ buradaydı ve Kılıçdaroğlu’nun kutuplaşma siyasetini aşındırmak için girdiği onca çaba da tam olarak bu meselenin tekrar yaşanmaması ihtimaline binaendi. Bütün bunlara rağmen Tayyip Erdoğan en iyi yaptığı işi yaptı ve seçmenini ‘bir şekilde’ konsolide ederek ‘kutuplaşma-kutuplaşmayı kırma’ ikileminin kazananı oldu.

Kutuplaşmanın devamını sağlamak için yara haline gelmiş birkaç toplumsal meseleyi kaşımak ve geçmiş üzerinden ‘korku’ temasını işlemek, Tayyip Erdoğan’ın seçim kampanyasında ana hat gibi duruyor. Muhafazakarlık üzerinden;  dindarların hakir görüldüğü dönemlere has bir kimlik siyaseti ve ‘kazanılmış’ hakların elden alınacağına dair korku temalı bir anlatım dili tercih edilirken; milliyetçilik üzerinden ise, ‘vatanın elden gideceği’ ihtimali üzerinde ısrarla duruldu ve yine ‘korku’ teması ön plandaydı.

Bunun, seçmen kitlesi üzerindeki etkisi ise epey derin. Vatan-millet-din gibi en kutsal sayılan değerler üzerinden korkutulan, bu kavramlardan en az birinin kaybedileceğine dair derin bir endişe duyan seçmen kitlesi, travmatize bir hale bürün(dürül)dü, rasyonel karar alma yetisi Tayyip Erdoğan lehine sınırlandırıldı. Bu yönüyle, Tayyip Erdoğan’ın seçim kampanyasını kendi açısından ne kadar doğru yürüttüğünden bahsetmeye gerek dahi görmüyorum.

Ancak… demokrasiler, sadece ‘seçim ve seçmenin oyu üzerinden iktidarın belirlenmesi’ işlemine indirgenemez. Öncelikle, sistemin işleyişi idealize düşünüldüğünde beklenir ki; seçmen makul bir rasyonalite ile karar versin ve kendisi için en iyisini tercih etsin. Ancak ülkemizde, demokrasinin işleyişi için muhtaç olduğumuz bu temel şartın dahi gerçekleşmesi, az önce bahsettiğimiz kutuplaşma iklimini kıracak ve bir şekilde AKP iktidarına zarar vereceği ve belki hükümetten indireceği için, planlı ve sistematik bir biçimde hükümet eliyle geciktirilmeye devam ediyor. Bir gün idealize ettiğimiz o ‘ikiliksiz’ toplumun gerçek olacağına şüphe yok, ancak mevcut hükümet, elbette ki diğer bütün hükümetler gibi ‘demokrasinin açıklarını’ kullanmak ve siyasi hayatına devam etmek derdinde.

Demokrasinin hakkıyla işlemesi için, travmatize toplumların kendini rehabilite edecek süreçlere dahil olması, en azından sorunun farkında olup bu yönde istekli olması bir erdemden ziyade toplumsal bir zorunluluktur. Makul demokrasilerde bu görevi iktidarın bizzat kendisi, kendi kendine zarar verecek olsa dahi devlet politikası olarak görev de bilir. Zira gerçek bir demokrasi, ancak bu şartın gerçekleşmesine bağlıdır. Demokrasinin, iktidarı elde etmek ve devam ettirmek için araç olarak kullanılması ile, amaç olarak bellenmesi arasındaki fark da tam olarak buradadır.

Kağıt üzerinde, tam da toplumun bu türden bir rehabilite ihtiyacına cevap olma işlevini üstlenen Altılı Masa, kutbun diğer tarafına ait olan politik duruşları ve ikilik çıkarmadan kurdukları  kucaklayıcı dil ile, Tayyip Erdoğan’ın dümeninde olduğu ‘ayrıştırıcı siyaseti’ kırmayı defaatle denedi. Ancak belli olan o ki, pek de başarılı olmuşa benzemiyor. Ya seçmen bu çabayı samimi bulmadı ya da bu amaç uğruna kurucu hariç diğer 5 parti yeterince çaba sarf etmedi. Ben, asıl sebebin ikincisi olduğunu tahmin ediyorum. Zira, bütün devlet organizasyonunu peşine takarak, her türlü bütçe sınırlamasından muaf şekilde, bütün medyayı, kurduğu algının devamına kumanda ederek toplumu travmatize bir hale zorlayan Tayyip Erdoğan’ın karşısında, sadece ondan ‘çok daha fazla’ çalışarak başarılı olunabilirdi. Ancak o şansın tamamiyle kullanılması şöyle dursun, ona yakınsayan bir çabayı dahi hiçbirimiz hissedemedik.

Tam da burada bahsetmek gerekir ki; travmatize toplumun asıl yara bandı, Altılı Masanın CHP hariç diğer beş Partisi iken, Kılıçdaroğlu önderliğinde ‘eski’ ve ‘yırtıcı’ kimliğinden sıyrılan yeni siyaset anlayışının bir örneğini daha yaşadık. Kılıçdaroğlu, geçmişte, Partisinin gönlünü kırdığı bütün gruplarla ‘helalleşme’ sürecini başlatıp kutuplaşmayı eritme yoluna gitti ve bu yönde samimiyetini tasdiklemek için Meclis’e kanun teklifleri dahi sundu. Toplumun travmalarından kurtulması, ‘korku’ anlayışı ile hareket etmeyi bırakması için, siyaset tarihimizdeki en kritik hamlelerden biriydi.

Kılıçdaroğlu’nun yaraları sarıcı ve kucaklayıcı, travmatize hali ortadan kaldırmaya dönük olan ve dolayısıyla kutuplaşmayı bitirip, demokrasinin gereğinin yerine gelmesini sağlamaya niyetli ‘helalleşme’ hamlesinin, bizzat Kılıçdaroğlu seçmenleri tarafından da gereksiz bulunması meselesi ise gösteriyor ki; toplumun iki kutbu da travmatize ve iki kutup da bu travmalardan habersiz şekilde politize olmuş durumda.

Bu kutuplaşma halinin aşındırılması, belli ki Kılıçdaroğlu’nun birkaç ay içinde yapacağı bir kampanyadan fazlasını gerektiriyor. Medya ambargosu da düşünülerek hareket edilmeli ancak önemle belirtmeliyim ki; bu konu özelinde sosyal medyaya çok da bir ehemmiyet yüklenmemeli. Zira, kutbun diğer tarafında olan seçmen kitlesinin sosyal medya ile olan bağı, zannettiğimizden daha farklı gibi duruyor. Ulaşılmaya çalışılan bu seçmen grubu Twitter’dan uzak olduğu gibi, sosyal medya ile alakadar olanların ekseriyetle tercihi de Facebook’ta benzer görüşlü grupların yankı odalarında bulunmaktan ibaret. Bütün bunları alt alta koyunca görülüyor ki, temel dinamik, medya ambargosu yüzünden sosyal medya üzerinden propaganda yürütmek değil, sokaklarda seçmenle birebir temas etmek olmalı.

Bu ikincisinin örneğini ise, neredeyse hiçbirimiz, hiçbir Millet İttifakı politikacısında göremedik. Ne CHP’den, ne de diğer beş Parti’den siyasetçiler, sokaklara inerek, bire bir olacak şekilde ‘alan siyaseti’ gütmedi. Temel kampanya lokomotifi olarak, Kılıçdaroğlu’nun Twitter’da yarattığı Persona esas alındı ancak bu Persona’nın vadettikleri makul olsa da vaatte bulunduğu kitlenin O’ndan çoğu zaman hiçbir şekilde haberi dahi olmadı.

Bu seçim boyunca, bütün tahminlerinde yanılan biri olarak… Ve tekrardan yanılmayı da dileyerek diyebilirim ki; Tayyip Erdoğan’ın seçimleri ikinci turda kazanacağını tahmin ediyorum.

Vatana millete hayırlı olsun.

 

 

 

OKUR YORUMLARI
Oktay KILIÇASLAN
30.05.2023 17:37:14

Mert bey, görüş ve tespitleriniz den dolayı teşekkür ederim. Durum daha fatklı anlatılamazdı.

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ