Yorumlarıyla yazılarıma katkı sağlayan Peyman Hanım, Yozgat Lisesi’nden Edebiyat dersi hocamdır. Soyadın da anlaşılacağı üzere Kırım’dan gelme bir aileye mensup. İlkokul beşinci sınıf ile orta bir ve orta ikinci sınıfı Yozgat’ta okumuş, öğretmen olduktan sonra ilk görev yeri olarak da Yozgat’a gelmişti. Halen Bandırma’da yaşıyor.
Hocam tebrik ve takdirlerini gönderirken, hem gönüllü editör görevini hem de bir anlamda benim için eğitim ve öğretim görevini sürdürmüş oluyor. Şüphe etmiyor ve içtenlikle söylüyorum ki, yanlış yaptığım takdirde “Yazı içindeki şu cümle yerini bulmamış, sevgili İsmail” diyecektir. Bu açıdan kendisine müteşekkirim. Yüce Allah böyle hocalarımızın sayısını artırsın ve herkese nasip etsin. Sözlerimin başında, buradan kendisine hayırlı, sağlıklı uzun ömürler diliyor, saygılarımı sunuyorum.
Bana ilk dokunuşu, Edebiyat dersi yazılısından zayıf almam üzerine olmuştu. Anlaşılan ilk yazılılara kadar isimlerimizi tam olarak öğrenememiş, yazılı kâğıtlarından okuyordu: İsmail Aydın, dedi. Korka çekine ayağa kalktığımda, yüzünde tam bir hayret ifadesiyle: “Sen misin, otur dört” dedi. Sonra kararlı bir ses tonuyla, yarı tehdit kokan, yarı ümit aşılayan bir tavırla: “Arkadaşların altı, yedi, sekiz alırken, sen nasıl dört alırsın? Sen yapabilecek bir adamsın, haftaya Akif’in hayatını hazırlayacaksın.”
Bu sözler üzerine fena halde bozulmuştum. Kendimle bir hayli mücadeleden sonra, Hocamın beni sevdiğine karar verdim ve ödevi hazırlamaya koyuldum.
ATİYİ KARANLIK GÖREREK AZMİ BIRAKMAK
İşte o tarihe kadar Safahat’ı elime almamıştım. Rahmetli Yılmaz Göksoy’un, burası ilkokul çocuklarına ait bir kütüphane, diyerek Çocuk Kütüphanesi’nden kovalamasıyla, Halk Kütüphanesi’ne gittim. Görevliden Safahat’ı alarak inceledim. Anlayabildiğim her satırından istifade ediyordum. En fazla yararlandığım şiir, “Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak” şiiri idi. Bu şiir bir ayeti kerimenin tefsiri mahiyetinde idi ki, giriş kısmında yer alan “Ey dipdiri meyyit, iki el bir baş içindir / Davransana eller de senin, baş da senindir” mısrası insanı harekete, çalışmaya teşvik ediyor, ümit ve azim aşılıyor, ye’se düşmekten sakındırıyordu. “Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun / Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!” Hocam o ödevi vermekle, öğretmenim olarak bana karşı tarihi sorumluğunu yerine getirmiş oluyordu. Dersimi hazırladım ve okuduğum bu şiirle durumu düzelttim. Hocam on üzerinden sözlü notu olarak on vermişti.
Hocamın bir temennisi o gündür bu gündür ilgimi çeker. 1925 yılının Şubat ayında, Kur’ân’ın sağlıklı bir meali ile tefsirinin yapılması için Meclis karar vermişti. Birilerinin “Türkçe Kur’ân” dediği işin aslı meal idi. Meal kısmını Akif, tefsir işini de Elmalılı Hamdi Yazır yapacaktı.
Hamdi Yazır tefsiri hazırladı, yayınlandı. Akif bir hayli çalışarak belli bir mesafe almıştı. Fakat takip eden yıllarda yaşanan siyasi gelişmeler, Akif’i tereddüt içinde bıraktığından, çalışmasını teslim etmeyerek Yozgatlı bir arkadaşına emanet etmişti. Ne yazık ki Akif’in çalışması bugüne kadar yayınlanmamıştır. Bunu anlattığımda Peyman Hocam: “Keşke yayınlansaymış, Kur’ân’ımızın bize ne mesajlar verdiğini Akif’in kaleminden öğrenmiş olurduk” demişti.
İŞGALE AĞLAYAN BÜLBÜL
Hocamızın, Akif’in Bülbül şiirini arkadaşımız Şükrü Karabacak’a okutması ayrı bir tercih gibi gelmişti bana. Çünkü Şükrü lise birde iki senelikti, o sebeple daha önceden aşinalığı olabilirdi. Onun, “Eşin var, âşiyanın var, baharın var ki beklerdin; Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?” mısralarını gönülden okuyuşu, gönül telimize dokunmuştu. O şiirle -Akif’in de ifadesiyle- maziye tırmanmış ne hicranlar, neler anmıştık. Yunan işgaliyle beraber “o şevketli mazi serab olmuş; o kudretler, o satvetler türab” olmuştu. Ardarda gelen mısraların her biri bir öncekinden daha dokunaklıydı. Akif, Öyleyse, “Benim hakkım, sus ey bülbül senin hakkın değil mâtem.”diyordu.
Gençliğe vatan sevgisi, bir Hocanın nezaretinde bir şiirle ancak böyle verilebilirdi. Hocam bu şerefli görevi başarıyla yerine getirmişti. Ve Akif işte böyle bir şairdi. Birileri bülbüle aşk nağmeleri söyletirken, o vatan ıstırabını terennüm ettiriyordu.
İKİ İSMAİL
Arkadaşım İsmail Bozkurt’la sınıfta iki İsmail idik. İkimiz de edebiyat dersinin tartışmalı sorularına katılır kendimize göre cevaplar verirdik. İsmail Bozkurt felsefî açıklamaları andırır değerlendirmeler yapar, bendeniz de karınca kararınca fikrimi söylerdim. Bir keresinde aynı derste, ikimiz de peş peşe söz alarak açıklamalar yapınca, halen gazetecilik yapan Osman Hakan Kiracı arkadaşımız oturduğu yerden: “Hocam bunların birisi İsmail Efendi, birisi İsmail Bey” demiş ve ortam biraz gerilmişti. Hocamız büyük bir dirayetle ve yerinde müdahalesiyle sınıfı sakinleştirmişti.
Başka bir ödevle de Yahya Kemal’in hayatını hazırlamıştım. “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik. / Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı, ilerle / Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle” mısralarını coşkuyla okumuş, sunumumu şöyle bir cümleyle bitirmiştim: “Yozgat milletvekilliği de yapan şairin bazı gönül maceraları olmuş ise de ömründe hiç evlenmemiştir.” Sınıfın tebessümle karşıladığı bu sözler üzerine Hocam: “Ya öyle mi?” diye tepki verirken, eğitim çağında olduğumuzu hatırlatarak, üzerinize lazım olmayan şeylerle fazla ilgilenmeyin, demek istemişti.
İLGİNÇ BİR ÖDEV
Hocamızın zaman zaman verdiği ilginç ödevler de olurdu. Bunlardan birisi, “fakat, ama mamafih, lakin” gibi kelimeleri bir cümle içinde kullanmaktı. Bu ödevi, otuz-otuz beş kişilik sınıftan yalnız kadim dostum Mehmet Aktan yapmıştı. Ana Haber Gazete’de yazılarını okuduğumuz Aktan’ı, Hocamız, hem kurduğu cümleden, hem de koca bir sınıf içinde bir tek onun yapmış olmasından dolayı bir on numara vererek ödüllendirmişti. Takdir edici davranışlarıyla bizi çalışmaya teşvik ederdi.
ARKADAŞ GİBİYDİK
Hocamızın müstesna özelliklerinden biri de bizimle arkadaş olmasıydı. Gerçi onunla yaşıt olan arkadaşlarımız yok değildi aramızda ama ortalama olarak her birimizden ya üç dört yaş, bilemedin beş yaş büyüktü. Bu ufak yaş farkına rağmen biz hocamıza derin bir saygı duyardık. Doğrusu o da kendisini saydırmasını bilirdi. Bu çerçevede Hocamız bize dokunur, bir şeyler kazandırırdı; biz de ona saygı duyar anlattıklarından yararlanırdık. Zaten başka da yolu yoktu. Öğretmeninden bir şeyler öğrenmek isteyen talebe ona saygı duyacak, öğretmen de öğrencisine bir şeyler verecekse ona sevgi ile dokunacaktı. Peyman Hocamız, bizlere sevgi ile dokunmuştu. Ara sıra telefonlaşırız. O dokunuşun hazzını ben şahsen halen yaşıyorum. Daha fazla söze hacet var mı?
Hocamıza buradan tekrar hayırlı, sağlıklı uzun ömürler diliyor, saygılarımı sunuyorum.
Değerli okurlarımın Ramazanını tebrik ediyorum.