Emekli Tuğgeneral hemşehrimiz Celalettin BACANLI’nın yorumu

Son zamanların en önemli gündem maddelerinden birisi Tümamiral Cihat YAYCI’nın Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanlığı görevinden alınıp Genelkurmay Başkanlığı emrine verilmesi ve ardından istifa etmesiydi. Basında konuyla ve kişilerle ilgili olumlu-olumsuz birçok yorum ve iddialar yer aldı. Kimisi Tümamiral YAYCI’yı göklere çıkarırken, kimisi şiddetli bir şekilde eleştiriyor ve adeta yerin dibine batırıyordu.
Elbette, istifa konusu birçok açıdan tartışılabilir; sebepleri ve sonuçları irdelenebilir, hareket tarzının doğruluğu sorgulanabilir, etkiler ve tepkiler üzerinde uzun uzun durulabilir. Ancak olayın tüm yönleriyle ortaya çıkmadığı, bilgi kirliliğinin olduğu bu aşamada; istifa eden kişinin tümüyle yanında veya karşısında olmak kısır bir çekişmeden öteye gitmeyecektir.
Cihat YAYCI’nın askeri geçmişi, “Balyoz, Ergenekon” süreçlerindeki duruşu, terfileri, atamaları gibi konularda ileri sürülen iddiaları doğrulayacak ya da çürütecek kanıtlara sahip değilim. Dolayısıyla bu aşamada olumlu-olumsuz bir yorum yapmam doğru olmayacaktır. Ancak, bunların araştırılmasına ihtiyaç olduğu da bir gerçektir. Öte yandan -ülke yararına yapılan ve başarılan her işte olduğu gibi- TSK içindeki kripto FETÖ üyelerinin tespitini sağlayan FETÖMETRE’nin oluşturulması, Akdeniz’de ‘Mavi Vatan’ haritasının hazırlanması, Libya ile deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmasının yapılması, Kıbrıs ve Yunanistan’a ilişkin çalışmalara katkısı nedeniyle YAYCI’nın minnet ve şükranla anılacağı muhakkaktır. Bu noktada söz konusu başarıların yalnızca tek bir kişiye atfedilmesinin, Türk Silahlı Kuvvetlerinin hiyerarşik yapısı içerisinde bu çalışmalara emek veren, katkıda bulunanlar olduğunun gözardı edilmesinin teamüllere ve sistematiğe uygun olmayacağının altını çizmek gerekir.
Bu tartışmalarda; Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurumsal geleneğini ve yapısını ilgilendiren iki önemli husus dikkat çekmektedir.
Bunlardan birincisi, YAYCI’nın Cumhurbaşkanına bağlılık yemini ettiği iddiasıdır. Esasında istifa mektubuna bakıldığında içeriği, üslubu ve sonuç kısmında “Yüce Türk Milletine ve Türkiye Cumhuriyetine sadakatle bağlı kalacağına” dair beyanları ile Cihat YAYCI bir çoğumuza, “onurlu bir askerin güven verici açıklamaları” intibasını vermiştir. Ne var ki, hemen akabinde eski AKP’li vekil M. METİNER’in; Cihat YAYCI’nın kendisine “Cumhurbaşkanımıza olan sadakatim ömrüm boyunca devam edecektir.” yönünde bir söz sarfettiğini aktarması, yüksek rütbeli bir asker hakkında hiç olmaması gereken bir soru işaretinin doğmasına neden olmuştur. Buna bir de görevi sırasında siyasi irade ile yakınlaştığı iddiaları eklenince o soru işareti açık bir kaygıya dönüşmüştür.
Sadakat; bağlandığı süje ne ise onunla birlikte bir anlam ve değer ifade eden bir kavramdır. Bir askerin; ancak devletine, ülkesine, istifa mektubunda belirttiği gibi Türk milletine ve Türkiye Cumhuriyetine, ayrıca Anayasaya ve kanunlara sadakati söz konusu olabilir. Hâlihazırda ülkemizin Cumhurbaşkanı, aynı zamanda bir partinin genel başkanıdır. Siyasi kişiliği ön plandadır. Dolayısıyla Cumhurbaşkanının şahsına sadakat, esasen siyasi bir kişiliğe biattır. Üstelik Tümamiral YAYCI, iddia edildiği gibi “sadakatim ömür boyu devam edecektir” ifadesini gerçekten kullandı ise geçmişi de refere eden bu ifade “yalnız bundan sonraki sivil yaşamında değil bundan önceki asker yaşamında da parti genel başkanına sadakatle bağlı olduğunun” ikrarı anlamına gelecektir.
Oysa HUNTINGTON’un belirttiği üzere askerî liderler;
- Devlet yapılanması içinde, askerî güvenlik ihtiyaçlarının tespit edilmesi ve ilgili makamlara iletilmesi,
- Yine güvenliği ilgilendiren konularda, muhtemel hareket tarzlarının askerî açıdan incelenerek, karar mekanizmasındaki yetkili siyasi makamlara tekliflerde bulunulması, danışmanlık yapılması,
- Yetkili siyasi makamlar tarafından alınan kararların icra edilmesi
ile sorumludur. Kaldı ki halen yürürlükteki yasalar da bunu öngörmektedir.
Bu bağlamda elbette ki, hükümetin denetimi altında olan/olması gereken asker kişiler, siyasi kişilerle görevleri gereği birlikte çalışacak, projeler ve çözümler üretecektir. Bu son derece tabiidir ve olması gerekendir. Yanlış olan; siyasileşmektir, partileşmektir. Türk Ordusu ve Türk Askeri için siyasileşme, hangi siyasi ideolojiyle yakınlaşıldığına bakılmaksızın sonuçları açısından son derece tehlikelidir. Bu durum, milli ordunun gruplara, siyasi görüşlere, ideolojilere, cemaatlere, tarikatlara bölünmesine neden olacak sakıncaları içermektedir. Dolayısıyla bir üst rütbeli asker “C” partisinin liderine bağlılığını ifade ederken, bir diğeri “H” partisinin liderine ve bir başkası da bir cemaat liderine bağlılık yemini ederse sonuç ne olacaktır? Bu tip yaklaşımların, Silahlı Kuvvetlerin daha alt kademelerine yansıdığı ve asker kişilerin görevleri esnasında da siyasi tercihlerine göre davranmaya başladığı düşünülürse tek vücut olması gereken, Türk Silahlı Kuvvetlerinin birlik beraberliği nasıl ayakta tutulacaktır? Elbette bu durum, kabul edilemez sonuçların doğmasına neden olacaktır. Nitekim son yıllarda bunun acı bir örneği yaşanmış, Cumhuriyetin kuruluş felsefesine ihanet eden, FETÖ cemaatine bağlılık yemini etmiş bir grup çete, devleti ele geçirme amacıyla hem ordumuza hem devletimize karşı bir darbe girişiminde bulunmuştur. Öyleyse Türk Silahlı Kuvvetlerinin erinden generaline kadar herkesin bağlılık yemini etmesi gereken tek odak; Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesidir. Aksi ülkeyi felaketlere götürür.
Bu noktada orduya siyaset bulaşmasının yarattığı acı sonuçlara tipik bir örnek olan Balkan Harbini unutmamak gerekir.
“İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin iktidarda, “Hürriyet ve İtilaf Cemiyeti”nin muhalefette olduğu, orduda personelin her seviyede “İttihatçı ve İtilafçı” olarak ikiye bölündüğü, her iki grubun birbirini düşman olarak gördüğü, ülkenin menfaatlerinde birleşilemediği, ast-üst ilişkisinin bozulduğu, liyakat sisteminin işlemediği, hiç kimsenin sorumluluk almak istemediği, herkesin kişisel ikbal-menfaat peşinde koştuğu bir dönemdi. Siyasi çekişmeler nedeniyle tecrübeli subaylar ordudan emekli ediliyor, stratejik açıdan önemi düşünülmeden 200 taburluk bir kuvvet terhis ediliyordu. Arnavutluk’ta savaş devam ederken 1. Tümende görevli Tabur Komutanının emrini karşıt görüşteki subaylar yerine getirmiyor, Arnavutluk adeta silah atmadan düşmana teslim ediliyordu.
Sonuç büyük bir hüsran ve yıkımdı. Ordudaki bu dağınıklık ve bölünme nedeniyle Osmanlının Balkanlardaki varlığı sona erdi. Batı Trakya, Makedonya, Karadağ, Arnavutluk, Selanik, Girit kaybedildi. Bozcaada ve Gökçeada hariç, Ege adaları elden gitti, Ege Denizi’ndeki hâkimiyet sona erdi. Yaklaşık 1,5 milyon insan ölüm ve göçlerle perişan oldu. Anadolu ve Balkanların nüfus yapısı değişti ve bugünkü Türkiye’nin yarısından daha fazla – toplam 400.000 km2- toprak kaybedildi.
Dolayısıyla tarihteki bu acı tecrübe de göstermiştir ki orduya siyasetin girmesi ve askerin siyasileşmesi, hem orduyu, hem ülkeyi felakete sürükleyen bir durumdur.
YAYCI’nın istifası ile ilgili süreçte tartışma konusu olan diğer ikinci önemli husus ise, istifaya neden olan görevden alma sürecinin, Türk Silahlı Kuvvetlerinin gelenekleri, kurumsal kültürü ve mevzuatına aykırı bir şekilde yürütülmüş olmasıdır. Tümamiral YAYCI’nın; adeta ülkede ve TSK’da olağan üstü bir durum varmış gibi bir gece yarısı operasyonu ile ve Deniz Kuvvetleri Komutanının dahi haberi olmadan görevden alınması asla kabul edilir ve anlaşılır bir durum değildir. Bu uygulama da siyasetin orduya müdahalesi kapsamında eleştiriye açık ve hatalı bir uygulama olarak hafızalarda kalacaktır.
Bu bağlamda esas tartışılması gereken konu, TSK’nın geçen 4 yıllık süreçte ciddi şekilde siyasallaştırılmasıdır. Org. İ.M. TEMEL’in 2’nci Or.K.lığından alınması, Suriye harekatında görevli olan Korg. Z. AKSAKALLI’ya yapılanlar, 2017 yılında 7 general ve amiralin kendi istek ve iradeleriyle istifa etmesi, 2019 yılında aralarında İdlib’deki birliklerden sorumlu Tüma. A.E. ÇORBACI’nın yer aldığı 5 generalin YAŞ sonrasında istifalarını vermesi, Milli Savunma Üniversitesine bağlı askeri okullardaki cemaat faaliyetleri ve en son YAYCI olayı, “15 Temmuz hain darbe girişimi” sonrasında aynen öncesinde olduğu gibi “askeri vesayet ortadan kaldırılıyor” söylemi altında esasen TSK’nın “bir partinin ordusu haline” getirilmeye çalışıldığını ortaya koymaktadır. Şunu da vurgulamalıyım ki elbette askeri vesayet kaldırılmalı, sivil kontrolü sağlanmalı, buna ilişkin kurumsal-yasal düzenlemeler yapılmalı ve bunlar kuşkusuz hayata geçirilmelidir. Ancak, bunu yapalım derken orduyu siyasallaştırmanın hiç bir kimseye faydasının olmadığını, sadece ülkenin, devletin ve milletin kaybettiğini tarih bize acı bir şekilde haykırmaktadır.
Sonuç olarak; kişiler, görevler, makamlar gelip geçicidir. Kalıcı olan, olması gereken milli ordunun bütünlüğü ve tarafsızlığıdır. Bu hem asker kişilerin ve hem de siyasi otoritenin görev ve sorumluluğudur.
Bu bağlamda bir kez daha vurgulamakta fayda vardır ki bu yazıda eleştiri konusu yapılan YAYCI’nın geçmişi, kişiliği, başarıları, hizmetleri, görevden alınma gerekçesi olarak gösterilen iddialar değildir. Bu konularda bir değerlendirme yapabilmek için henüz tüm yönleriyle bilinmeyen olayların gelişmesini izlemek ve gerçeklerin ortaya çıkmasını beklemek gerekmektedir. Eleştirilen; istifa olayı ile gündeme gelen ordunun siyasileşmesine yönelik kişisel ve kurumsal uygulamaların yanlışlığıdır. Temenni edilen; ülke gündemini bir süre daha meşgul edeceği görülen bu sürecin Türk Silahlı Kuvvetlerinde yeni tahribatlar yaratmaması, tarafsızlığının korunması ve ordunun manevi şahsiyetine gölge düşürülmemesidir.