Lisenin kütüphanesinde Tarık Buğra’nın Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları arasından çıkmış Hikâyeler’ini bulup okuyunca, o güne dek Ömer Seyfettin’den ve çeşitli dergilerden okuduğum öykülerden farklı bir dille, üslupla karşılaşmanın heyecanını yaşıyorum ve öyküler yazmaya çalışan biri olarak da öykücüleri tanımadığımı, bu konuda ne kadar donanımsız olduğumu anlıyorum. Sait Faik’le (oysa ortaokul Türkçe kitabımızda onun bir öyküsünü okumuştuk) tanışıyorum böylelikle. Durmadan, yemeden içmeden Sait Faik okumak istiyorum. Şehirdeki kitapçılardan ve kütüphanelerden öykü kitapları devşirmeye başlıyorum. Ama fazla seçeneğim yok. Sevinç Çokum’un Makine ve Bölüşmek’ini çok severek okuyorum. Yine kütüphanede Sabahattin Âli’yle buluşuyorum.
Bir gün kitapçının değişen vitrininde Selim İleri’nin (dergilerden adını duyduğum ama hiçbir kitabını görmediğim bir yazar) Her Gece Bodrum ve Bir Denizin Eteklerinde’sini görüyorum. Öyle güzel kapakları var ki, hangisini alacağımı bilemiyorum; ikisine birden param yetmiyor. Selim İleri’nin kalemi, dünyası, edebiyatı beni derinden etkiliyor. Günlerce onun sözcüklerinin rüzgârında savruluyorum. Evet, bir savruluş bu. Benim hayatımı temize çekiyor Selim İleri; hem de yaşamadığım, benim olmayan ama tuhaf bir biçimde benim olduğunu duyumsadığım bir hayatı.
Derken üniversite okumak için Ankara’ya gidiyorum. Ankara’yı en çok sergi salonlarını ve kitabevlerini dolaşacağım, bütün kitaplara kavuşabileceğim için istiyorum. Yeni bir dünyaya adım atıyorum tabii. Sokaklarda silahlar patlarken ben kitapçılara sığınıyorum. Ruhumu dinginleştiren, huzur bulabildiğim, nefes alabildiğim tek yer bir kitapçı dükkânı. Her gün yeni bir heyecan benim için, yeni bir sevinç, yeni bir tutku, bir savrulup gidiş… Fürüzan’ın Benim Sinemalarım’ı, Kuşatma’sı, Nezihe Meriç’in Bozbulanık’ı, Topal Koşma’sı, Necati Tosuner’in Kambur’u, Pınar Kür’ün Yarın Yarın ve Bir Deli Ağaç’ı. Nedim Gürsel, Sevgi Soysal, Attila İlhan, yüzlerce kitap… Kaldırımlarda eski kitap satanlardan alınmış niceleri. Kafka’nın Milenaya Mektuplar’ı. Ardından, Marquez’in Kırmızı Pazartesi’yle başlayan kitapları. Ve tabii ki Çehov, ille de Çehov.
Bilinçli okumayı çok geç öğreniyorum. Kafka’yı, Borges’i geç keşfediyorum. Bilge Karasu’yu, Vüs’at Bener’i, Yusuf Atılgan’ı, Oğuz Atay’ı niçin daha önce görmediğimin yanıtını kendime veremiyorum. Edip Cansever’den, Gülten Akın’dan, Cemal Süreya’dan, Turgut Uyar’dan habersiz geçen yıllarım. Sonra nihayet Virginia Woolf, nihayet Proust, nihayet eksiksiz Don Kişot. Ve yeniden Tanpınar, yeniden Cemil Meriç…
Artık dönüp dönüp okuduğum yazarlar ve kitaplar var. Hasan Ali Toptaş var hiç usanmadığım, Cemil Kavukçu var, Tolstoy, Dosto, Proust, Woolf, Marquez var. Benim çok yazarım var…