Taşraya bakmak insanın kendi içine bakmasıdır- 1

İnsan, doğduğu, her santimetrekaresini ezberlediği toprağı, çakıl taşını bile belleğine kazıdığı yeri nasıl sevmez? Yıkık dökük taş duvarlarla çevrili bahçelerinde, avlularında kendi hayatının benzeri hayatları çoğaltan komşularını; her doğumun, hastalığın, ölümün, sevincin, kederin bütün evlerin üzerinde aynı gökyüzüne bakmanın alışkanlığıyla dolaştığı mahallesini; aynı kaderin, aynı beklentilerin, umut ve hayallerin, çaresizlik ve hayal kırıklıklarının kuşattığı kasabasını, şehrini nasıl sevmez? Hadi, “sevmek” kelimesini fazla iddialı bularak bir kenara koyalım ve “nasıl unutur” diye soralım. Yazma nedenlerimiz arasında unutmak ya da hatırlamak kavramları da olduğuna göre, bu duygudan uzaklaşmamız pek mümkün görünmüyor. Elbette bu söylediklerim kişisel olarak beni ve benim gibi taşrada doğup büyüyenleri ilgilendiriyor. Bu yüzden diyorum ki, benim gibilerin zihninin gerisinde buna benzer görüntüler, dondurulmuş resimler, zamana direnmeye çalışırken rengini atmaya yüz tutmuş fotoğraflar ya da içten içe sıcaklığını koruyan küllenmiş anılar yok mudur? O başını alıp gitme düşleri, kimseninkine benzemeyen gelecek hayalleri, bizi kuşatan çemberleri kırma istekleri, çılgınlıklar, umutlar...

Asıl sorun da bundan sonra başlıyor işte. Çünkü artık gidilecek yerin neresi olduğunu bilmiyoruz. Oysa yazmaya başladığım çocukluk yıllarımda gideceğim yeri biliyordum. İçinde bulunduğum şehir değildi olmak istediğim yer. Edebiyat benim şehrimin dışında, uzaklarda bir yerlerdeydi. Ve oraya yaza yaza gidebilecektim.

Başlangıçta, kendimin ya da bana benzeyen gençlerin hikâyesini yazdığımı sanıyordum; okumak için büyük şehre gelmiş bir gencin içinde boğulacağı her türden duyguyu… Sonradan anladım ki, benim duygu ve düşüncelerim taşraya yakın duruyor. Daha doğrusu böyle olduğunu bana, okuduğum diğer metinler söyledi. Şunu baştan söylemeliyim, benim taşrayı yazmak gibi özelleştirilmiş, soyutlanmış, seçilmiş bir hedefim ve amacım elbette olamaz. Her yazar gibi ben de insanı ve hayatı yazmaya, anlamaya, kendime anlatmaya, başka hayatları kendi hayatıma katarak ayakta durmaya çalışıyorum. Çevreme baktığımda gördüğüm hayatlar yazıya aktardıklarımdır ve bunlar bazı kalemler tarafından taşra olarak adlandırılmaktadır. Benim için ise, olsa olsa, Elias Canetti’nin dediği gibi ‘insanın taşrası’dır.

Taşra dediğimiz yerde hayat sıkıcıdır, hele de okuyup yazan, yazmaya çalışanlar için.  Okuyacağı kitapları bulabileceği bir kitapçı (artık internet var ama aynı şey değil), okuduklarını paylaşabileceği bir kitapsever, yazdıklarını gösterebileceği, tartışabileceği bir ‘okuryazar’ yoktur; aynı havayı soluyabileceği bir mekân...

Edebiyat sürekli olarak yeniden biçimlendirmektir. Bu saptama bizi, yansıttığımız dünyayı, ele aldığımız kavram ve olguları da her defasında değiştirdiğimiz, yeniden görüp yeniden yorumladığımız, dönüştürdüğümüz sonucuna götürür.

Taşra da, her yazdığımızda, yazana ve yazılana göre yeniden biçimlenen kavramlardan biridir. Her yazarın taşrası kendine göre bir yer edinmektedir satırlar ve sayfalar arasında. Hatta her okurun taşrası (okuduklarından ona kalan taşra) da kendi taşrasıdır.

Taşra söylemi ve imgesi, bir metinden diğerine taşındığında çoğalarak kendi sınırlarını genişletmekte ve belirsizleştirmektedir. Böyle olunca da işaret ettiği şeyden daha kalıcı bir gerçeklik kazanmaktadır.

Kavramın neyi gösterdiğinin görülmesi ilk adım olabilir bizim için.

Devam edecek

OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ