“DERSİNİ ALMIŞ DA EDİYOR EZBER”
Çamlık’ın başında tüter bir tütün
Yardan ayrılanın yüreği bütün
Ziyamın atını pazara tutun
Gelen geçen Ziyam ölmüş desinler
Yozgat Sürmelisi
**
Yozgat bir kar kentidir
Sürmeli bir türküdür
Serttir soğuktur küçüktür.
İki dağın dudağına kısılmış
İncecik bir sudur
İçinde zamandan başka her şeyin aktığı...
Güneşi bir nazlı konuktur yazlar içinde
Ömrü çiçeklerin rengi kadardır.
Ağaçları çatılardan yüksek
Avluları evlerinden geniş
Bir rüzgâr kentidir Yozgat
Çam kokuları ve bıçkın delikanlıları ile
Yıllardır kesilmeden esen
Yoksullukla düşlerin içiçe büyüdüğü
Dar sokaklar eğri evler boyunca...
Kadını bir eski zaman resmidir
İşin ve konuşmanın tutkun aynasında
Erkeği odalar dolusu ağırlık...
Duruldukça rengini bulan sular gibi
Çocukların büyüdükçe büyüklere benzediği
Bir taşra kentidir Yozgat
Zor inanıp güç değişen...
Durur zamanın alnında donuk
Bir basma entarinin eteğinde
Soluk, eski desenler gibi...(*)
Onu Lise Caddesi’nde, çamların koyu yeşil gölgesinde tur atarken ya da kiralık bisiklete bindiğimiz ışığa boğulmuş Hükûmet Meydanı’nı boydan boya geçerken, bazen de saat kulesine bakan Merkez Lokantası’nın cam kenarında öğle rakısını içerken görürdüm. Şimdi, aradan bunca yıl geçtikten sonra hatırlayabildiklerim bunlar; belki de belleğim beni yanıltıyordur, kim bilir. Daha çok da Çamlık’taki gazinoda oturup Yozgat’ı tepeden seyrederek içtiğini ve yeni bir roman yazdığını söylerlerdi. Onun hakkında bilgi alacağım kimse yoktu. O yıllarda garsonluk yapan babamın diğer garson arkadaşlarından duyduğu kadarıyla bana aktardıklarından biliyordum nerde yemek yediğini; nerde, kimlerle içip sohbet ettiğini. Ama yolda, caddede hep tek başına görüyordum onu. Oysa çevresi çok genişmiş, çok arkadaşı varmış, akşamları onlarla otururmuş. Babama onunla tanışıp tanışmadığını sorardım. Elbette tanışıyorlardı. Az hizmet etmemişti ona, az masa donatmamıştı. Babam şimdi başka bir yerde garsondu ama olsun, yine de beni götürüp onunla tanıştıramaz mıydı? Tanıştıracaktı, tanıştıracaktı, dur bakalımdı.
Ne diyecektim tanışınca? “Kitaplarınızı okudum, hayatımda ilk kez bir yazarla tanışıyorum, çok heyecanlıyım, ben de bir şeyler yazmaya çalışıyorum, babam yakında bir daktilo alacak bana, arkadaşlarıma hep sizin kitaplarınızı anlatıyorum...” Bilmiyorum. Ama bir gerçek vardı ki o da arkadaşlarıma onun kitaplarını özetlediğim. Mahallede ve sınıfta benden başka onun kitaplarını okuyan olmadığı hâlde herkes okumuş gibi beğenip beğenmeği hakkında yorum yapıyor, özellikle Çelo’nun dere kıyısında yaşadığı “aşk” ve peşinden derede yıkandığı sahne dilden dile dolaşıyor, nerdeyse bütün arkadaşlarımın yaşadığı bu “gerçek”, bir romanda anlatılmaması gereken bir konu olarak kıyasıya eleştiriliyor, kitabı okumamak için aranan bahane bulunmuş oluyordu. (Kitap bende var mıydı, o sahneler hangi sayfalardaydı?)
( Devam edecek)
(*) Şükrü Erbaş, Bütün Şiirleri-
1, Kırmızı Kedi Yayınevi, (4. Basım), İstanbul, 2014.