Kasaba geride kaldığında, uzaktan uzağa bir tren düdüğü duyar gibi oldu Cihangir.”
Bendim o. Yerköy’e, bir hayalin ucuna kadar gelip de treni göremeyen çocuk bendim.
Yerköy deyince tren, tren deyince Yerköy gelir aklıma da, Abbas Sayar, Şükrü Erbaş, Yaşar Kemal ve Neşet Ertaş’la birlikte sonsuz bir bozkırın ortasında ve uzun havaların, bozlakların uğultusunda yan yana dolaşırken bir de Kemal Tahir gelir.
Yerköy’deki matbaada (onların makinesi daha iyiydi, daha kısa sürede daha çok baskı yapıyordu) baskı işini bitirdikten, paketleri garaja taşıdıktan sonra Yozgat’a dönmek için minibüse bindim. Gözüm hâlâ tren yolu tarafındaydı. Şimdi bir tren gelse görebilir miydim acaba? Şu kavakların arkasından kesik kesik, tepesinde yeri göğü kaplayan bir dumanla geçer miydi? Üzerime demiryoluna has bir koku sinmişti sanki. Sonuçta rayları görmüştüm, istasyon binasını görmüştüm. Zihnimde, daha sonra kullanacağım bir sürü çizgi birikmişti. En arka sırada oturuyordum minibüste. Yanımda bir kişilik boş yer vardı. Şoför oranın dolmasını bekliyor olmalıydı. Derken son müşteri de bindi minibüse ve yanıma oturdu. Genç bir adamdı. Belki de bir öğretmen. Hareket ettik. Tren yolunu kaybetmemek için boynumu uzata uzata perişan oluyordum. İlk gördüğümdekine benzer bir heyecanla gözden yitirdim tren yolunu. Yerköy’ü geride bıraktık. Ancak o zaman fark edebildim yanımdaki genç adamın elindeki kitapları.
Tepesinde altın yaldızlı bir top bulunan mızrakta uçuşan rengârenk çizgiler. Sarı, mavi, kırmızı. Osmanlı tuğu. Beyaz bir boşluğun ortasında. Görünmeyen bir rüzgârın önünde. Kocaman, kara harflerle yazarın adı: Kemal Tahir. Yüreğimi hoplatan ise yine kocaman ve bu kez yeşil harflerle yazılmış kitabın adı. Annemin adı. Devlet Ana. Gözlerim kilitlenip kaldı kitabın kapağına. Henüz ortaokul öğrencisiyim. Yaz tatillerinde matbaada çalışarak üç beş kuruş kazanan bir çırağım. Herkes annemi “ö”sünü uzatarak “Dölet” diye çağırırken, yazarken de doğrusunun böyle olduğunu iddia ederken, ben doğrusunu kimselere anlatamaz ve böyle bir isim koyduğu için dedeme içten içe kızarken… Adını ilk kez duyduğum Kemal Tahir adında bir yazar, annemin adıyla, hem doğru adıyla iki cilt roman yazmıştı. Genç adam dizlerinin üstünde tutuyordu kitapları. Açıp okumaya niyeti yoktu. Bende de “Bir bakabilir miyim?” diyecek cesaret... Ama başka bir yere bakamıyordum. Sanki kapağına bakarak içini görebilecek, hatta okuyabilecekmiş gibi gözlerimi kitaplardan ayıramıyordum. Bir yandan adam kilitlendiğimi fark eder ve kopya yakalamış bir öğretmen edasıyla kızarsa diye korkuyordum. Treni göremediğim gibi o kitapların içini de göremedim tabii. Üyesi olduğum Halk Kütüphanesi’nde de bulamadım Devlet Ana’yı.
Ankara'nın, İstanbul'un, memleketin doğusuna, güneyine olan merakını ve mecburiyetini; doğusunun, güneyinin Ankara'yla, İstanbul'la ilgili sonsuz rüyalarını, bu yoksul kasabanın, kasabadan büyük istasyonu bağlıyordu birbirine. Bir çeşit ocakbaşıydı burası, hayalleri, yorgunlukları, ayrılıkları, kavuşmaları sarı odalarında, ışıklı raylarında dinlendiren.
Yozgat-Ankara arası gidiş gelişlerimde tren yolunu göreceğim ve kaybedeceğim yerlere dikkat kesilerek sürdürdüm yolculuğumu. Yerköy’e yaklaşınca alıp başını giden demiryoluna biraz çocukluğumun, biraz da kitapların içinden baktım yıllar yılı. Atatürk’ün bir gece kaldığı Yerköy istasyonunu tekrar tekrar canlandırmaya çalıştım zihnimde. “Bozkırın tek üniforması” istasyon şefi Ramazan’la kaç kez oturup çay içtim rayların sonsuzluğuna bakarak. Yaşar Kemal, Neşet Ertaş’ın çocukluğunu geçirdiği, daha doğrusu çocukluğunu dilendirdiği köylerden geçerek Yerköy’de inip de Yozgat arabasına doğru yürürken, istasyonun yalnızlığını görünce onunla hayali bir söyleşiye dalmıştır diye düşündüm. Abbas Sayar’ın, Yozgat Var Yozgatlı Yok’ta dile getirdiği, yokluk yıllarında insanların Yozgat’ı terk ederken akın akın Yerköy istasyonuna gelip tıpkı benim beklediğim gibi treni beklediklerini görür gibi oldum. Ama ille de Neşet Ertaş… Babasının yanında düğün düğün dolaşan o duygulu, içe kapanık çocuk. Şükrü Erbaş’ın şiirindeki dağlara, uzaklara bakan çocuktu o. Sazını alıp buralardan gidecekti. İşte şu Yerköy istasyonundan binecekti trene. Binmiş midir acaba? Binmiştir, binmiştir… Binmiştir de söylediği türküler gibi havalanmıştır. Yoksa bunca türkü gelip de yüreğimizin ortasına konar mıydı?