Esra GAYRETLİ

MEMLEKET HİKÂYELERİ

NAMIYLA GARİP, HÂLİYLE ARİF, DİLİYLE OZAN: NEŞET ERTAŞ

ÇİÇEKDAĞI’NDAN GÖNÜL DAĞI’NA…

Sarı bozkırın kara yazgısı altında ezilen, kalıbı ufak, gönlü kocaman adamlar vardır. Benzi soluk, boynu bükük, elleri kıraç topraklar gibi şerha şerha…

Bir ayrılık, bir yoksuzluk, bir ölüm… Hepsi onların dilinde başkalaşır, zamanın duvarında çağlar boyu yankılanacak haykırışlara dönüşür. Zayıf omuzlarında binlerce yıllık göçebeliğin denklerini hâlâ taşıyor gibi duran bu adamlar ne zaman bir türkü havalandırsa, kalbimize sanki kezzap damlalarından bir yağmur yağar. O andan itibaren bozkırlı adamların sancısı, dinleyen herkesin acısına tercüman olacak ortak bir dil olur. Dünyanın herhangi bir yerinde bu dili bilen bütün insanlar bu sayede gönülden gönüle köprüler kurarlar.

Ahmet Hamdi Tanpınar; Beş Şehir adlı eserinde Konya Hapishanesi’ndeki bir kadın mahkûmdan dinlediği türküyü şöyle tasvir eder:

“Konya Hapishanesinin kadınlar kısmında yüzünü görmediğim, fakat sesini çok iyi tanıdığım bir kadın vardı. Akşam saatlerinde onun türkü söylemesini beklerdim. Ve bilhassa isterdim ki ‘Gesi bağlarında bir top gülüm var’ türküsünü söylesin. Bu acayip türkü hiç fark edilmeden yutulan bir avuç zehire benzer”.

İşte bozkırın kara yazgısı altında ezilen koca gönüllü adamların dilindeki her cümle de öyle bir keskinliğe sahiptir. Kelimeyi sarıp sarmalayan ritmin içinde, birbirine delirmişçesine vuran kaşıkların oynak kıvraklığı olsa da, sözün manasında ciğer delen bir ağırlık vardır.

Bağdaş kurup oturdukları topraklara karşı, kalplerinde incelikli, nakış nakış bir sevda görürsünüz. Acı memleketlerin ilik donduran yalnızlıklarına kendilerini sürgün ederken bile; “Canım benim Anadolu / Gideyim mi senden gayrı” diye son bir kez dönüp arkaya bakmaları bundandır.

Bir ömür boyu maruz kaldıkları ne kadar ıstırap varsa bağlamanın tellerine vurup göğe havalandırırlar.

İşte bu gurbet ehli gariplerden birisi vardır ki sesiyle, sazıyla, sözüyle bu toprakların mayası olan türkülere can suyu olur.

Kırşehir’in Çiçekdağı’nda, kavruk bozkırın insanlığa armağanı bir garip bülbüldür o. Neşet Ertaş’tır.

“Türkçe’nin süt dişleri”yle gök ekini biçen Yunus Emre gibi; bu Garip de Anadolu’nun buğday başaklarını biçip un eyler ve o undan insanlığın ruhunu doyuracak bir ekmek yapar.

Kıymetini bilen için öpüp başa konulacak bir nimettir Neşet Ertaş’ın sözleri. Bilge Lider Aliya’nın meşhur sözündeki gibi “yeryüzünün öğretmeni olmak için, gökyüzünün öğrencisi olmak gerekir”. 

İşte Neşet Ertaş da yerin ustası olmanın yolunu, göğün çırağı olmakta bulur. Bu yüzden, insanların karşısına her çıktığında, üzerinde ezeli ve ebedi bir çırağın boynu bükük mahcubiyeti olmuştur. Ceketini çıkarırken dahi müsaade isteyecek kadar zarafet sahibidir. Onun çıraklık devrine, derinliği ve kabiliyetiyle şekil veren ise, babası Muharrem Ertaş’tır.

Derler ki, Muharrem Usta, “Kalktı göç eyledi Avşar illeri” diye ünlemeye başlayınca, Dadaloğlu’nun kıratının nalları duyulurmuş. Öyle sarsıcı bir kuvvet yükselirmiş hançeresinden. “Evlat, babanın sırrıdır” şiarınca, Garip Neşet de, Muharrem Usta’nın ve kendisinden evvel ustaların esrarından nasip alır, sözlerini öyle sırlar. En yanık sevda türkülerine dervişane bir derinlik gizlemesi, en oynak havalarında bile dinleyenini alıp ansızın hüzne savurması, bu sır sayesindedir. Zaten günü gelince kendisi de söyleyecektir; Garip’e göre “Sevda sırrınan olur.”

Vakti gelince bir sevdaya çarpılır. Maşukun adı Leyla olunca Neşet Ertaş’ın da payına düşen mecnunluk olur. Bir gün Leyla’ya olan sevdasını herkes duyar. Duyanlar arasında Muharrem Usta da vardır. Muharrem Usta her nedense bu işe mesafelidir. Garip Neşet ile Muharrem Usta’nın arasına yürekleri sızlatan kara bulutlar girer.

Kendi deyişiyle, daha dünyaya geldiğinde sazı Neşet Ertaş’ın göbeğine koyarlar. Bağlamayı evladına bir kutlu emanet gibi veren Muharrem Usta ile Neşet Ertaş aynı yolun yolcusudur. Konuşmalarında sık sık “Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız” der. Fakat gönül ferman dinlemez ve sevdalık halleri, baba ile oğulu ayrı düşürür. Neşet Ertaş, büyük sevdası ile ebedi saadet umarak dünya evine girer. Ne yazık ki büyük sarsıntılar geçiren bu hikâye, yedi yıl sonra sona erer. İçi yandıkça sazına sığınan Neşet Ertaş, ardı ardına türküler havalandırır, o türküler bugün hâlâ göğümüzde uçup durur. Onlarca yıldır hiç yorulmadan… Bir gün serçe olur, bir gün turna…

Bütün memleketi şehir şehir, köy köy dolaşır Garip Neşet. Anadolu bozkırının her köşesinde namı duyulur. Herkes onun bağlamasından yükselen nağmelere kulak verir, gönül verir. Fakat Neşet Ertaş’ın derdi gitgide katmerlenir ve sığındığı türküler bile artık ona ferahlık vermez olur. Çünkü her haline tercüman olan bağlamasına artık dokunamaz; parmakları felç olmuştur. Tedavisi için mecburî gurbet düşer hissesine. Uzak diyarlara doğru yola çıkar. Almanya’ya giderken dönüp ardına bakar, “Canım benim” dediği Anadolu’yu son kez seyreder. Gönlündeki sarı bozkırın toprakları, içine akıttığı gözyaşlarıyla ıslanır.

Şükür ki derdine derman, hastalığına şifa bulunur. Fakat Neşet Ertaş, geriye dönmez. Onun için gurbet yılları, tercih edilmiş bir yalnızlıkla geçer. Yalnızca eş dost buluşmalarında ve tanıdık düğünlerinde vurur sazına. Bu sırada Türkiye’de adı hâlâ duyulmakta, türküleri eskisinden daha çok dinlenmektedir.

Gurbetlik uzun sürünce, Neşet Ertaş’ın artık yaşamadığı konuşulur. Gözden ırak olanın gönülden de ırak olma ihtimali Garip Neşet’i üzer. “Ben daha ölmedim” diyerek yurduna geri döner. Türkiye, onu yıllar sonra rastlanan bir dost gibi, sorgusuz sualsiz bağrına basmaya hazırdır.

Çıktığı ilk konser öncesi kuliste beklerken; organizatöre hemşehrilerinin gelip gelmediğini sorar. Sadece İstanbul’da yaşayan bozkırlıların geleceğini zannederken, organizatörün ısrarı üzerine perdenin gerisinden büyük alanı dolduran kalabalığa bakar. Karşısında Kırşehir’i, Yozgat’ı aşan bir muhabbet deryası görür. O gün orada eğitim durumu, cinsiyeti, memleketi, fakiri zenginiyle ile bütün bir ülkenin fotoğrafı vardır. Her kesimden insan Neşet Ertaş’ın Gönül Dağı’ndan dünyayı seyretmek için oradadır. Bu toprağın bütün evlatları yıllardır görmedikleri bir aile büyüğüne sarılır gibi, hasretle muhabbetle kucaklar Garip Neşet’i.

Bu muhabbet, Neşet Ertaş’a son nefesine kadar türkülerini havalandıran gücün kaynağıdır.

2012 Eylül’ünde emaneti Hakk’a teslim ettiğinde, Türkiye, etrafında birleştiği en büyük ortak paydalarından birinin ardından günlerce gözyaşı döker. Hemen her sokakta bir Neşet türküsü yankılanır.

 “Her insan vücudu bir dünyadır. Gözleri ise penceredir” derken bize bu pencereden âleme ve âdeme dair şeyler göstermek istemiştir Neşet Ertaş. Gönülden gönüle giden gizli yolları, sırlı sevdaları, “gökte uçan kuşa” dahi ayrılık ilişmesin isteyen âşıkları gösterir. Ataların emanetini, ötelere taşır. Namıyla garip, hâliyle arif, diliyle ozan olur. Muharrem Usta kendisi için neyse, gönlü aşkla çarpan türkü sevdalıları için de aynı vazifeyi üstlenir Neşet Ertaş. İsmini bilmediği binlerce çırağa, sözüyle, sazıyla ustalık yapmış, bu toprağın garip çocuklarının Neşet Baba’sı olmuştur.

Dünya denilen gurbetten, hakiki sılaya göçtüğünde, Garip artık bozkırın tezenesi, Anadolu’nun yanık sesi, Türkiye’nin “göynü”dür.

“Cahildim, dünyanın rengine kandım…” diyerek; yüzünü hiç görmediği bozkır çocuklarının hikâyelerine dair bütün suallere cevabı peşinen vermiş, bize kendimizi müdafaa edecek başkaca söz bırakmamıştır.

Cümle acıyı, hasreti, sevdayı derip kurduğu gönül bağı da, diktiği gönül dağı da dimdik ayaktadır.

Aziz hatırasına saygıyla…

OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ