Kışları soğuk ve tenha, yazları kavruk ve kalabalık geçen iklimin kucağında büyürken; kendi dünyasını da kendi kuran bir çocuk oldum. Yetmedi, kendi sözlüğümü, kendi atlasımı oluşturdum. Diller, şehirler, ülkeler, isimler uydurdum. Belki de bozkır çocuklarının çoğu böyleydi.
Bazı kelimelerin bendeki karşılığı, başka iklimlerde yetişen çocukların zihnindeki anlamlardan çok farklıydı.
Tatil mesela… Evimize uzak şehirlerden akrabaların gelmesi, kalabalık sofralar, düğünler, yer yatakları demekti benim için. İlkokul boyunca “Tatilde ne yaptın” sorusuna cevaben hep aynı kompozisyonu yazmış olabilirim. Sıkılarak, bıkarak, “aman hep aynı” diyerek değil; her seferinde büyük bir iştahla, aşkla ve “ah keşke bitmeseydi” diye iç çekerek. Deniz, kum, güneş, yazlık, sahil, yakamoz, konser kelimeleriyle kurulmuş afili cümlelerim de, anılarım da yoktu. Bu saydıklarımın eksikliğini hiç hissetmedim, merak da etmedim. Bilmediğim, yabancısı olduğum şeyleri merak etmek aklıma gelmiyordu. Biz de tv seyrediyor, şarkı dinliyor, sanatçılara hayranlık duyuyorduk elbet; ama kendimi, sevdiğim bir şarkıcının konserinde hayal ettiğimi hatırlamıyorum. Sezen Aksu’ya peşinen verilmiş cevap gibi, yetinmeyi bilirmişim bana verdiği kadarıyla hayatın. Her tatilimin bir önceki ile aynı olması umrumda bile değildi. Havalı olmaması da öyle… Benim hatıralarım, sandıktaki en değerli ama nihayet “evdeki/eldeki” kumaştan dikilmiş mütevazı ama dev şık bir elbise gibiydi. Bunun kıymetini bilen bir çocuktum. Sandıktaki o kumaşın değerini bilip hakkına razı gelen ve bu yüzden vitrindeki daha afili alternatiflere dönüp bakmayan.
Bu meşhur tatillerin başlangıcından bitişine kadar, günler su gibi geçerdi. Talat Paşa Caddesi’nde, çarşının göbeğindeki evimiz bize bir evden hep daha fazlası idi; topyekûn yurttu, memleketti. Tarlaydı, denizdi, kumdu, lunaparktı, cennetti, her şeydi. İlçede yaşıyorduk, yeterince kentli sayılırdık bana göre. Elimizin altında bakkal, dondurmacı, terzi, fotoğrafçı, çok lazımsa duvar kâğıtçı, kırtasiye, her şey ama her şey vardı. Tam olarak köy hayatı tadını vermese de kocaman bir bahçemiz de vardı. Ayva ağacımız, zambak ve susamlarımız, bağ gülümüz, söğüdümüz ve upuzun kavaklar... Ah kavaklar… Ardımdan ıslık çalar… Her yaz misafirlerden önce leylekler gelirdi. Evimizin karşısındaki vergi dairesi lojmanlarının çatısında yuvaları vardı. Leylekler gelince kalbimde, ‘meşaleleri yakın, güzel günler yakın’ temalı toylar, şölenler…
Nihayet kavuştuğumuz kuzenlerimle, gerçekleştirmekten pek haz ettiğimiz birtakım geleneksel tatil etkinliklerimiz vardı. Şimdiki gibi eline etkinlik kitapları, kolunun altına proje ödevleri ve omzuna sorumluluklar yüklenerek üç evetle tatile uğurlanan çocuklar değildik. Babaannem bu buluşmaların anısına bir gece bütün kız torunlarını toplar, içine soğan kabuğundan ceviz yaprağına, çay demine kadar ne bulursa karıp kattığı kınayla ellerimizi kınalar, bizi uykuya yatırırdı. Bir çocuk ne kadar mutlu olabilirse o kadar mutlu olurdum; egzamadan dolayı kınanın ellerimde yarattığı tahribatı umursamayacak kadar.
Biz kendi kendini ve birbirini eğleyebilen çocuklardık. Kimsenin bize oyun kurmasına, bizi kaynaştırmasına ihtiyacımız yoktu. Bütün bunları kendimiz halledebilirdik. Gittiğimiz misafirliklerde, o mahalledeki tanışmadığım çocuklara laf atıp bir şekilde iletişim kurar,kuzenlerimin yabancı ülkeden gelen mektup arkadaşlarım olduğunu ve onlara Yerköy'ü gezdirdiğimi söylerdim. Müthiş fikir! Başta rağbet görmeyen tiyatromuz, kuzenlerimin kuşdili konuşmasıyla cazibesini artırırdı. Bilindik ülkelerden uyduruk şehirler seçerdik. İsimler de bir o kadar seçmece… Melang, Jetrin gibi. Bu minik tatlı tiyatromuz çoğunlukla annelerimizin isimlerimizi seslenişi sonucu elimizde patlardı, biz de mahcubiyetimizi cebimize koyup arkamıza bakmadan oradan uzaklaşırdık.
Tatilin en tatlı, en can alıcı etkinliklerinden biri babaannemin köyüne gitmekti. Delice bir nehir akardı orada, şimdi o da yorgun. İnsanı, ovası, havası, nehri, ağacı yorgun, yazık bir çağ bu. Tabii o zaman ırmaklar da, insanlar da gürül gürül… Bu köy ziyaretlerinde büyükler bağ bahçe gezip dolaşır, yaprak toplayıp sohbet ederken biz de bize çizilen sınırlarda ne yapmamız gerekiyorsa onu yapardık.
Böyle günlerden birindeyiz; altı yedi yaşlarında olduğumu hatırlıyorum, babaannemin kardeşinin evindeyiz. O evde bir genç kız var, adı Gülcemal… Upuzun saçları var, galiba prenses. Benim saçlarım hep kısa. Bütün çocukluğum boyunca kurtarabildiğim yere kadar annemden kaçırdığım canım saçlarım, en fazla omuzlarıma kadar uzayabiliyor ve sonra yeniden cebren ve hile ile bir kuaför koltuğunda benden koparılıyor. Bu yüzden, bütün uzun saçlı kızlar galiba prenses. Daha önce de gördüm bu ablayı, ama bu kez bize hususi vakit ayırıyor, küçük demirli pencerenin önündeki divana oturuyor ve bütün kızları etrafına topluyor. Sanıyorum ilk kez bir yetişkin bizi eğliyor. Bir yetişkinin bizi eğlemesi aslında o kadar da kötü bir fikir değilmiş. Şarkıcılık oynayalım diyor, Gülcemal abla. Bayılırım! Böyle durumlar için hep hazırda bir Nuray Hafiftaş olabilitem ve Bahçalarda Barım Var söyleyebilitem bulunur. Çoğu zaman şarkıcılık oynarken ilk sırayı ben alır, özgüvenimle dosta güven düşmana korku salarım. Bu kez öyle olmadı, Gülcemal abla “ilk ben başlayayım, herkes şarkısını hazırlasın” dedi. Bir köy yerinde, pencerenin önündeki divana kurulmuş bir genç kızın şarkı söylemesi fikri ne güzel. İşte yine sular coşkun akıyor, duyuyorum. Gülcemal abla şarkısında “deli deli gönlüm” deyince, bizim de elimizle deli işareti yapmamızı öğütlüyor. Bu şarkı böyle söyleniyor, diyor. İlk kez kendine has el hareketi olan bir şarkı duyuyorum. Şarkı başlıyor. Adı Gülcemal olan ablanın, ismiyle müsemma biçimde cemalinin gül, sesinin de bülbül olduğuna karar veriyorum. Ne güzel, ne içli söylüyor. Şarkının daha başlarında “Dünyanın hali böyle, sevmiyorlar seveni” diye bir söz duyuyorum, sonra deli deli gönlüm kısmı geliyor, coşkuyla eşlik edip ellerimizi havaya kaldırıyoruz; ama sevenlerin sevilmiyor oluşu ve bunun “dünyanın hali böyle” diyerek bir dünya düzeni şeklinde sunulması canımı sıkıyor. Bu kabulleniş, çocuk kalbimi yaralıyor. Ben de Hayrünnisa’yla Özlem’i çok sevmiş, onlara bisikletimi, bahçemizdeki gülleri, çilekleri vermiştim ama gene de dayak yemiştim, demek bu, dünyanın haliymiş, dünyanın hali böyleymiş. Sevmiyorlarmış seveni… Nelere muhtaç ettin sen beni deli gönlüm. Şarkı böyle devam ediyor. Önünde Gülcemal ablanın oturduğu o pencere bir anda açılıyor sanki. Orada önüme bir dünya seriliyor. Dünyanın bu hali, ileride başıma çok işler açacak, görüyorum, yazgım o an kalbime doğuyor. Deli Gönlüm ne kadar da bana uygun bir şarkı olacak istikbalde, canım istikbal, gel de seninle ağlanacak halimize ellerimizi deli deli yaparak gülelim. Kalabalığın arasında elleri havada, ama mahzun bir çocuğum artık. Delice köyünde öğrendiğim Deli Gönlüm şarkısı, deli fırtınalar estirdi içimde, ama bunu kendime bile anlatamam, delirdiniz mi, daha çocuğum ne fırtınası.
Birkaç mevsim sonra Gülcemal ablanın düğününe gidiyorum.Ne güzel gelin.Gördüğüm en güzel gelin. Galiba uzun gümüş simler sarkıyor saçlarının arasından, ya da ben mi öyle yakıştırdım acaba.. Tam bilemiyorum. Gülcemal abla gelin arabasına biniyor, uğurluyoruz onu. Ben şarkı söylüyorum arkasından, deli deli gönlüm deli... O köyden, o evden, çocukluğumdan bana kalan en büyük hazinelerden biri, bana daha o yaşlarda hayatı sorgulatan, hatta kısaca özetleyen, bir genç kızdan öğrendiğim Ünal Narçın şarkısı oluyor.
Büyüyorum. Köprünün altından çok sular akıyor. Köprüler yıkılıyor, yeniden kuruluyor. Ne zaman içinden çıkamadığım bir durum olsa, oturup yeniden bu şarkıyı dinliyorum. Bir yandan gönlümü döverken bir yandan da bütün sorularımın ortak cevabını buluyorum orada:
“Bu dünya senin değil, sana benzemeyenin…”
Yâreme tuz diye seksenlerden hatıra bir taverna şarkısı basıyorum.
Çok şey kaybettim; zaman, ümit, insan ve daha bir sürü şey, ama bir yaz tatilinde, bir köy gezisinde, bir oyunun içinde, bir Gülcemal abla tarafından önüme açılan derya deniz bu kapıların anahtarını hiç yitirmedim. İlkokulda silgimi, kitaplık kolu olunca kitaplığın anahtarını boynumda taşıdığım gibi, bunu da kolye yapıp taktım boynuma. Gidemediğim tatillere gittim, giremediğim denizlere girdim, bakamadığım yakamozları doya doya seyrettim; dilimde hep o şarkı: Dünyanın hali böyle, sevmiyorlar seveni...
Dünyanın düzenini, bana ait olmayışı gerçeğini değiştirmeye bir zaman çok uğraştım, ama gücüm yetmedi. Becerebilseydim, size yazarken boynu bükük cümleler kurmak yerine başı dik ve galip kelimeler seçebilirdim. O zaman bunları konuşmuyor olurduk sizinle. Yedi yaşında öğrendiği şarkıyı kırkında da bağrına basan ve üzerine sayfalarca dil döken biri olmazdım da, belki ekonomi yazardım.
Gönlüyle hasbihal edip dinlemeyeceğini bile bile ona nasihat veren bir insan olmayı ben seçmedim; doğduğun ev ve gidemediğin tatil kaderindir.
Ben gidemediğim denizlerden, uzun kavruk yaz tatillerimden, içine doğduğum ve hep orada kaldığım bozkırdan razıyım. Onlar da razıdır dilerim.
Beni büyüten bu coğrafyaya, Ünal Narçın’a ve Gülcemal ablaya minnetle…
Fatih AYDIN
19.05.2021 08:32:46Kaleminize yüreğinize sağlık.Çocukluğumuzun güzel anılarını Yerköy'ün kavruk yazlarını yeniden yaşar gibi olduk, sağolun. İnşallah bu yazılarınız bir kitapla taçlanır. Allaha emanet olun. Saygılarımla.