Ne zaman memleket yollarına düşsek, şehre girmemize az bir mesafe kala eşim yol kenarındaki ağaçlıkların arkasında kalan büyükçe bir kayayı işaret eder; “Bakın çocuklar, işte şu gördüğünüz gelin kayası” diyerek arabada bir heyecan dalgası yaratırdı.

Bütün başlar o yöne döner, kimi görür, kimi göremez, kimisi benzetir, kimisi benzetemez, ama her seferinde aynı tatlı telaş yaşanırdı.

Çocuklara gizemli ve ilginç gelen bu kayaların hikayesini anlatmak da bana düşerdi. Efsaneye göre, gelin alayının yolunu kesen eşkiyanın kendilerine zarar vermesinden korkan gelin ile damat; “Allahım, ya taş olup donalım, ya kuş olup uçalım, bu eşkiyanın eline düşmeyelim” diye dua etmiş, bu duaları hemen oracıkta kabul olmuş, böylece damat kuş olup uçarken, gelin taşa dönüşüp kalmıştı. Baştan ilgi çekici gelse de öykünün sonu acıklıydı.

Ben bu efsaneyi önceleri sadece kendi memleketime özgü zannederken, Anadolu’yu gezdikçe oldukça yaygın olduğunu, bir çok yerde benzer tarzda gelin kayası efsanelerinin anlatıldığını öğrenmiş oldum.

Bu efsanelerde değişmez kahraman olan gelin; ya sevmediği birine verildiği için ya eşkıyanın eline düşmemek için ya ona göz diken birisi olduğu için, namusunu korumak, içinde bulunduğu zor ya da utanç verici durumdan kurtulmak için taş olmayı diliyor, bu dileği de oracıkta kabul edilip, taşa dönüşüyordu. Taş olma sebepleri değişse de; değişmez son, gelinin taşa dönüşmesi oluyordu.

Bu taşa dönüşme hikayeleri çoğaldıkça, o gelinlere biçilen çaresizlik rolü ve başkalarının kötülüğünün bedelinin taşa dönüştürülerek geline ödetilmesi hali efsane de olsa ağrıma gitmeye başladı.

Doğa olayları nedeniyle farklı şekillenen kayaları, ağaçları, dağları, sürekli şekil değiştiren bulutları, tahta tavanlardaki budak ve damarları, hatta kahve içtikten sonra fincanda kalan telveleri bir şeylere benzeten, benzetmekle kalmayıp ona bir de hikaye yazan hayal gücüne bir diyeceğim yoktu. Ama her seferinde gelini taşa dönüştürmek de neydi? Neden bu hikayeler başka bir şekilde bitmiyordu?

Geçtiğimiz sonbahar bir güney ilimizde karşıma çıkan bu dalları dolambaçlı ağacı görünce dedim ki; o gelin kayası efsanelerinin yaratıcıları acaba bu ağacı gördüklerinde de kahramanı gelinler, kadınlar olan acıklı bir efsane yazarlar mıydı?

Ama şimdi, zaman benimdi. Ben de sonraki nesillerin atalarından biri olacaksam, benim de bir efsane yazmaya hakkım vardı. Gelinlerin, kadınların kaderi artık taş olmak, toprak olmak olmamalıydı. Belki de artık yeni hikayeleri yazmanın zamanıydı. Mesela bu ağacın hikayesi, neden şöyle olmasındı:

“Zamanın birinde; bütün insanların iyi olduğu, birbirini sevip saydığı, kötülük nedir bilmediği bir ülke varmış. Masmavi denizlerle çevrili, yemyeşil ormanlarla kaplı, rengarenk çiçeklerle süslü bu ülkede çok güzel bir adet varmış. Her çocuk doğduğunda, - nesiller boyunca kök salsın, yeşerip çiçek açsın diye- evin bahçesine bir “iyilik ağacı” dikilirmiş. Çocuk büyüdükçe ağaç da büyür, iyilik yaptıkça ağaç da dal verir, mutluluk verdikçe dallar yeşerir, sevip sevildikçe çiçeklenirmiş. Bir gün ormanlar perisi bütün bahçeleri gezip en güzel iyilik ağacını ve onu güzelleştiren en iyi insanı seçmek istemiş. Sonunda hepsinin içinde; üç gövdeli olan ağacı seçmiş. Çünkü sahibi; “sevgi”nin yanına “saygı” ve “güven”i de eklediği için onun ağacı birbirine sarılmış üç gövde vermiş. Ormanların perisi, seçtiği bu ağacı ölümsüzlükle ödüllendirmiş. Üç gövdeli iyilik ağacı o gün bu gündür, bu bahçedeymiş.”

Ne dersiniz, olamaz mı?

 

OKUR YORUMLARI
Saadet Kağan
19.08.2021 08:04:19

Sayın yazar, Bu ağacın hikayesini çok sevdim.Keşke herkes beyninde bir iyilik ağacı yetiştirebilse ..Herkes ne kadar mutlu bir hayata kavuşur değilmi?

Ayşe
18.08.2021 06:30:25

Ne güzel anlatmışsınız gelin kayası efsanelerini..Kaleminize sağlık..

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ