Önce haymalıklar gözden geçirilir, kırılan mertekleri değiştirilir, yıkılan duvarları tekrar örülürdü. Haymalıklar, bostan bekleyenlerin yağmur ve güneşten korunması için yapılan, ön tarafı tamamıyla açık, kerpiçten örülme tek gözlü bir odacıktı. Açık yönü tarlalara bakar ve çevreyi tamamiyle görebilen bir tepeye kurulurdu. Tarlaları komşu olanlar aynı haymalıkta kalırdı. Geceleri de burada yatardık. Köy uzak olduğu için bazen günlerce köye gitmezdik. Büyükler, haftada bir tarlayı sulamak ve çapalamak için gelirlerdi.
Sabah, önce serin bir sazak, ağaç dallarını hışırdatır, gece düşen çiğ daha da soğutarak ömrünü uzatmak isterdi. Sonra, ıslanmış toprak ve otlar, sebzeler yavaş yavaş ısınarak çiğlerinden arınırdı. Yerden göğe, gözle görülür bir buhar sağanağı başlardı. Ağaçların yapraklarından süzülerek yemyeşil bir renk alırdı. Güneş ışıkları bu yeşil rengi sarımsı bir hüzme ile yere indirirdi. Etrafı, burcu burcu kokan temiz havanın verdiği berraklık ve tazelik kaplardı. İbibik kuşu, haymalığın önündeki söğüt ağacında her sabah şarkısına başlardı. Karşı kıyıdaki değirmene su çıkartan bendin çağıltısı, kurbağa sesleri, ağaç hışırtıları ibibik kuşunun şarkısı ile yarış ederlerdi.
Tarlada uykuya doyum olmazdı. Bentin uğultusu bile uykumuzu bölmeye yetmezdi. Ta kuşluk vaktine kadar sıcak yataklarımızda tembel tembel uyuklardık. Sabah, büyük bir neş’e ile kahvaltımızı yapardık. İhtiyarlar bizi başlarından savınca söğüt şıvgınlarından sepetler, küçük seleler örerlerdi. Suyun ısınmasıyla sığ geçit yerlerine dolardık. Yukarıdan aşağı yarışlar yapardık, dört nala giden atları taklit ederek, içi ekmek ufağı dolu tavalarla kıyıya uzanıp, küçük balıkları tutmağa çalışırdık.
Karşı kıyıdaki değirmenin çarkları uğultulu bir sesle dönerdi. Önceleri yadırgardım bu sesi, sonra alıştım. Çünkü; değirmenin döndüğü sabahlar bir kız çocuğu kanalın sesini bastırmak istercesine, ince ama bir sesle: “Telgrafın tellerine” türkü söylemeye başlardı. Hep aynı türküyü söylemesine rağmen her defasında daha çok hoşuma giderdi.
Akşamın ardından gece gelirdi, sessizce. Önce serin bir yel çıkardı, Kanak’ın durgun yerlerinde yüzlerce küçük dalga oluşurdu. Söğüt ve kavak ağaçları hışırdayarak arada bir ıslık çalarak titrerlerdi. Güneş, karşı kayalarda kaybolmaya başlayınca son ışıklarını gönderip veda ederdi. Biz de doymadığımız oyunlarımızdan zoraki ayrılır, haymalığın yolunu tutardık. Bu arada bostan tarlalarına girenden çıkandan haberimiz bile olmazdı.
Biz, komşumuz Çiçek Hala ile aynı haymalıkta kalırdık. Benden başka iki çocuk daha vardı. Çiçek Hala, ortadan çok uzun boyu ile göründü mü, bağına bostanına girmeye kimse cesaret edemezdi. Onun gözü önünde, isteyen istediği kadar yer içerdi ama, bağından bostanından. Yasak olan hırsızlıktı. Elinden, keserden bozma çapası hiç düşmez, gün boyu karıklar arasında dolaşır, sebzelerin otunu ayıklar, çapalar, içlenen ayçiçeklerin başını bez ile bağlardı. Yıllardır aynı işi yaptığından bostancılığın ustası olmuştu. En çok sebze onun tarlasında çıkar, en büyük kavun karpuzları o yetiştirir, en tatlı iri üzüm salkımları onun bağında olurdu. Büyükler, onun evde geliniyle geçinemediğinden, her yıl bostan beklemeye geldiğini söylerdi. Belindeki enli asker palaskasıyla bir erkeği andırırdı. Keskin çizgilerle bölünmüş yüzü sıcaktan kararmıştı. Devamlı güler, güldükçe çizgileri daha derinleşir daha keskinleşirdi. Her yıl çok sevdiği torununu da yanında getirirdi.
Çiçek Hala’nın torunundan başka, bir de Hasan vardı bizim haymalıkta kalan. Tarlalarımız, haymalıktan yüz metre ilerde sınır sınıraydı. Benden bir iki yaş büyüktü Hasan, iri yapılıydı. Biraz da aksiydi. Doğrusu pek geçinemezdim Hasan’la. Oyunda mızıkçılık ettiği için sık sık kavga ederdik.
Garip huyları da vardı Hasan’ın. Her akşam Kanak’ın kıyısına gider, karşı kıyıya sesinin çıktığı kadar “Hatçeee, dayım geldi mi?” diye bağırırda. Ağaçlar karşı kıyıyı bir duvar gibi örttüğü için, hiçbir şey görülmezdi. Hatice zayıf bir sesli, “geldii, geldii” diye cevap verir, başka bir şey söylemezdi.
Bu ses, değirmenin çalıştığı sabahlar “Telgrafın Tellerine Kuşlar mı Konar” türküsünü söyleyen sesti. Karşı kıyıdan gelen bu ses sahibini çok merak ederdim. Hasan’ın annesi karşı kıyıdaki Karabağ Köyündendi. Hasan, sanki Hatice’nin gönüllü koruyucusuydu. Ben, “geçitten geçip öte geçeye, Hatice’nin yanına gidelim” dediğimde Hasan kabul etmezdi. Çiçek Hala, Hasan’a “gobel, sen bu Hatice’ye vurgun musun nesin? Hep böyle haber sorarsın” diye takılırdı. Hasan, başını öteye çevirir, kızgınlığını belli etmek için susardı. Hasan’ın beni öte geçeye götürmemesine bir anlam veremezdim. Çocuk kalbiyle Hatice’yi benden kıskanıyordu herhalde.
Hatice’nin de türküsü benim dilime dolanmıştı. “Telgrafın tellerine kuşlar mı konar”, dilimden düşürmüyordum. Türkü aklıma geldikçe Hatice’yi düşünür, yüzünü kendimce hayal ederdim; oniki onüç yaşlarınd olmalıydı. Tam benim yaşımda. Simsiyah saçları, iki uzun belik halinde omuzlarından aşağı sarkardı. Parlak, bembeyaz bir yüzü vardı. Sesi kadar yüzü de güzeldi. Güçlü kuvvetliydi Hatice. Çok da cesurdu. Öyle ya, akşama kadar tek başına bostan beklemek büyük cesaret işiydi. Öbür geçede bostan beklemeye gelen azdı. Onlar da çok aşağılardaydı. Bir de değirmendeki insanlar bulunurdu. Babası her akşam gelir, Hatice’nin yanında kalırdı.
Sayısız oyunlarla geçen neşeli bir günden sonra yine akşam olmuştu. Akşamın serin yeli, çiçeklerin kokusunu haymalığımıza üflüyordu. Çiçek Hala, elimizde bardak ve şekerlerle ocağın başında bekliyorduk. Çaydanlık kaynamakta naz ediyordu. Çabuk kaynaması için közleri üflüyorduk. Birden kapkara bir bulut, geceyi daha da kararttı. Bentin çağıltısı daha çoğalmıştı sanki. O tatlı ses gitmiş, yerini insanın içini ürperten bir uğultu almıştı. Ağaçlar bile bir tuhaf hışırtıyordu; manâsız sesler çıkarıyorlardı. Ocaktan “tıs tıs” sesleri işitilince ıhlamurdan ümidimizi kesmiştik. Yağmur çiseliyordu. Önce hafif hafif serpiştirirken birden hızlandı. Islanmamak için haymalığa sığındık. Çiçek Hala: “Döşeklerini sıkıştırın kuzular, gece soğuk olacak, birbirinizi ısıtırsınız” diye tembih etti. “Damımız iyi çoraklandı, akmaz, sabah ola hayrola, inşallah sabah içeriz ıhlamurlarımızı” dedi.
Yataklarımızdaydık. Çiçek Hala namazını uzak tepelerde yalabıyan şimşek ışıklarında kıldı, her günkü dua ve tövbelerini yaptı. Haymalığın damındaki yağmur tıpırtıları giderek yerini kalın seslere bıraktı. Birden Hatice’yi hatırladım. Acaba Hasan bugün Hatice’ye seslenmiş miydi? Babası gelmiş miydi? Diğer çocuklar gecenin karanlığından tedirgin, sessiz yatıyorlar, bir an önce uyumaya çalışıyorlardı. Yattığım yerden Hasan’a sordum. “Bugün Hatice’ye seslendin mi? Babası gelmiş mi?” Hasan, kayıtsız kupkuru bir sesle; “Seslenmedim” dedi. Yatağımdan doğrulup; “Niye?”. Hasan oralı bile olmadı. Cevap vermeye lüzum görmüyordu herhalde. Sonra yutkunarak titrek bir sesle “ne bileyim ben, seslenmedim işte.” Bir de kızın sözlüsü olduğuna kendimi iyice inandırmıştım. Kafamda bir sürü kötü düşünce oynaşıyordu. Ya babası gelmediyse, ya işi çıktıysa. Ah bu gece neden böyle karanlık? Allah’ım nerede o ay ışığıyla gündüz gibi aydınlanan geceler? “Sonra” olur mu hiç? Bu zindan gibi gecede, bu yağmurda babası onu yalnız bırakır mı? Diye teselli etmeye çalışıyordum kendimi. Bir yandan da, sanki değişen bir şey yokmuş gibi mışıl mışıl uyuyan şu vurdum duymaz Hasan’la kavga etmek istiyordum. Benden büyüktü, ama olsun. Bu hırsla nasıl olsa baş ederdim onunla. Babası gelmediyse Hatice ne kadar korkardı kimbilir. Ona en yakın bostancılar ise çok aşağıdaydı. Bizim yanımıza da gelmediğine göre onların yanına gitmiştir. Ya gitmediyse, gidmediyse? Bu yağmurda, bu karanlıkta ben yalnız olsam ne yapardım.
Düşünmek bile, içimi korkuyla ürpertmeye yetiyordu.
Gözlerimde siyah bir perde gibi gece. Ayın çıkması, yağmurun dinmesi için dua ediyordum. Aklım hala Hatice’deydi. İçimde Hatice’ye karşı, isim veremediğim derin bir his vardı. Merhamet mi, sevgi mi bilemiyordum. Belki de meraktandı bu duygular. Yüzünü bile görmediğim; ama sesini duyduğum, o su şırıltısı gibi berrak sesinden, defalarca türkü dinlediğim kız çocuğu, aklımda neden bu kadar yer etmişti? Hem, bu manzara neler hissettirmezdi insana? Bu çağıltı neler koparmazdı insanın içinden? Bu hışırtıların, bu cıvıltıların verdiği ahengi hangi şarkı verebilirdi? Bu kokular; çiçeklerin, meyvelerin, otların, toprağın kokusu, hangi duyguları tutuşturmazdı insanda? Sevgiyi mi, merhameti mi, hasreti mi?...
Tam karşımızdaydı Hatice, yüz metre ilerideydi. Geçit bizim haymalığın yukarısında kalıyordu. Onun üstünde de bent vardı. Çocuk kalbim çaresizlikten sızlıyor, çırpınıyordu. “Ne olurdu Allah’ım kuş olsam; şu her gün tepemizde dolaşan kuşlar gibi, Çiçek Hala’nın cücüklerini kapan alıcı kuşlar gibi olsam. Uçarak Hatice’nin yanına gitsem ne olur?”
Derin bir uykuya dalmış olan çocukların hırıltılı nefes alışları, Çiçek Hala’nın iniltileri duyuluyordu. Vücudunun sızlarına ayak uydurarak, küçük inlemelerle uyurdu Çiçek Hala. Benimse gözümü uyku tutmuyordu. Yağmur hızını kaybetmişti. Dışarıdan sebze yapraklarından düşen yağmur damlalarının şıpırtılı sesleri işitiliyordu. Yatağımın yönü, haymalığın açık tarafına bakıyordu. Gözüm dışarıdaydı. Bu zifiri karanlıktan bir türlü gözümü ayıramıyordum. Birden ortalık gündüz gibi aydınlandı. Dualarım kabul oldu da ay çıktı diye sevinmiştim. Fakat ay bu kadar aydınlatamazdı. Hem beyazlık yavaş yavaş yer değiştiriyordu. Karşı tepeleri tarayıp geçiyordu. Sağımızdan geçide doğru gidiyordu. Geçtiği yerler gündüz gibi aydınlanıyor; ağaçlar, tepeler rahatlıkla, görülebiliyordu. Kalp atışlarım hızlanmıştı. İçimi büyük bir korku kapladı. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Telaşla yataktan sıçradım; Hasan’ın üstünden atlayıp Çiçek Hala’nın yatağına ulaştım. Dilim tutulmuştu sanki. Kekeleyerek bir şeyler söylemeye çalıştım. Ama Çiçek Hala ne dediğimi anlamamıştı. Elimle dışarıyı gösteriyordum. Başını çevirdi; hareket eden ışığı görmüştü. Telâşla yatağından kalktı; haymalığın önüne kadar varıp daha bir dikkatle ışığa baktı. Ne olduğunu o da bilmiyordu. Haymalığı velveleye vermiştim. Hasan’la Çiçek Hala’nın torunu da uyanmışlardı. Işık yön değiştirmişti. Tekrar önümüzden geçerek aşağılara akmağa başladı. Bizden epey uzaklaşmıştı. Birden korkunç bir çığlık kulaklarımızı tırmaladı. Dipsiz bir kuyudan geliyordu sanki. Bu acı haykırış ne kadar sürdü bilmiyorum. Tepelerde yankılanmış; ağaç hışırtısına, su sesine karışıp kaybolmuştu. Ama ses hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Başımdan aşağı bir kazan kaynar su dökülmüştü sanki. Korkudan ağlaşmaya başladık. Çiçek Hala belli belirsiz bir şeyler söylüyor, sık sık “Lâ havle” çekiyordu. Bir yandan da “şimşek bu, şimşek” diyordu. “Şimşek kargaları ürkütmüş olacak. Duyduğunuz ses kargaların sesiydi.” Belikli söylediklerine kendisi de inanmıyordu Çiçek Hala. Bir müddet sonra ışık tamamıyla kayboldu. Ama biz, ömrümüzde görmediğimiz bu ışığın korkusuyla saatlerce uyumadık.
Nihayet sabah olmuştu. Uykusuz geçirdiğimiz korkunç geceye inat, güneş, bütün enerjisini göndererek tabiatı berrak bir aydınlığa boğmuştu. Bitkiler tozlarından arınmış, daha da yeşermişti. Yapraklar üzerinde yağmur damlaları, renkli ışıltılarla parlıyordu. Ağaçlar fısıldaşıyor, kuş sesleri etrafı çınlatıyordu.
Geceki korkunun tesiriyle hepimizin benzi uçuktu. Çiçek Hala ilk iş olarak diğer bostancılardan geceki ışığı sormuştu. Onlarda çok korkmuşlardı. Ama ne olduğunu kimse bilmiyordu. Yeni yeni kendime geliyordum. Artık bostan beklemiyeceğime binlerce defa yemin ediyordum. “Hemen bohçayı alıp köyün yolunu tutmalı” diyordum. “Bostan da yatacak bir kişi nasıl olsa bulunurdu. Biraz da kardeşim beklesin bostanı. Evde rahat rahat yatmak varken ne diye yazıda yatacaktım?”
Birden Hatice’yi hatırladım. Uğruna uykularımı kaçırdığım Hatice’yi. Hemen davrandım; düşe kalka Kanağın kıyısına indim. Elimi ağzıma dayayıp bütün gücümle “Haticeeee!...” diye bağırdım. Sesim karşı tepelerde yankılanıp bir uğultu halinde geri geldi. Biraz durdum. Karşı kıyıdan cevap gelecek mi diye bekledim. Ses yoktu. Bir daha, bir daha seslendim. Yine bir cevap alamadım. Bütün bostancılar duymuştu sesimi, ama Hatice duymamıştı. Çiçek Hala, Haymalığın damında, elini gözüne siper ederek bana bakıyordu. Ağlamak istiyordum; Akşamki gibi hıçkıra hıçkıra, bağıra bağıra ağlamak… Çiçek Hala: “Gel gayri gel” dedi. “Hatice şimdiye kalır mı? Babası götürmüştür, gel.” Çaresiz geri döndüm. Yanına vardığımda bana bakıp kurnazca gülümsüyordu. “Sana ne elin Hatice’sinden? Hadi bostanıyın başına” diye azarladı beni. Öyle ya bana neydi elin Hatice’sinden? Hasan çağırsa neyse. Onun dayısının kızı bana ne oluyordu?
Çiçek Hala geceki ışıktan sonra aklımda oynaklık olduğunu sanıyordu mutlaka. Utanmıştım. Küskün küskün bostanımızın yolunu tuttum. Kalbim hâla delice bir merakla çarpıyordu: “Acaba akşam Hatice’nin babası gelmiş miydi? Yağmurdan karanlıktan onu kurtarmış mıydı?” İçimdeki sızı dinmek bilmiyordu. Artık ne balık tutmak, ne oyun oynamak beni mutlu edebiliyordu. Hasan’ın her akşam yaptığı vazifeyi o günden sonra ben devralmıştım. Her gün Kanağın kıyısına iniyor; Hatice’ye sesleniyordum. Ama Hatice’den ses çıkmıyordu. Hem Türküde söylemiyordu artık.
Aradan bir hafta kadar geçmişti. Yine bir akşam Hatice’ye seslenmiş, bir cevap alamayınca çaresiz haymalığa dönmüştüm. Geldiğimde Hasan ağlıyordu. “Yine biriyle kavga etmiş olmalı” diye düşünüyordum. Çiçek Hala eliyle beni yanına çağırdı. Kimsenin duymasını istemiyormuş gibi fısıltıyla Hasan’ın niçin ağladığını izah etti: Dayısının kızına ağlıyormuş Hasan. Hatice ölmüştü. O korkunç gece Hatice yalnızmış. Babası bir işi çıktığı için geç kalmış. Hatice, haymalıkta yağmurun dinmesini beklemiş. O zamana kadar ortalık iyice kararmış. Yağmur diner gibi olunca diğer bostancıların yanına gitmek istemiş. Yolda o uğursuz ışık üstüne düşünce zavallı Hatice korkudan ölmüş. O gece duyduğumuz korkunç ses Hatice’nin çığlığıymış.
Aradan yıllar geçti. Artık bostan tarlaları ekilmez oldu. Ne bostan, ne bostancılar kaldı. Herkes yiyeceği sebzeyi satın alıyor, kendi yetiştirmek zahmetine kimse katlanmıyor. Kanağın kıyısındaki söğütler, kavaklar da kesildi. Karşı kıyılar her yerden rahatlıkla görülebiliyor. Ağaçların şarkısı duyulmuyor artık, bent de eskisi gibi tatlı çağıldamıyor. Değirmense bugün bir harabe halinde. Motorlu değirmenlerin çıkması, su değirmenlerini ortadan kaldırdı. Gençler, sırf yüzmek ve balık tutmak için gidiyorlar Kanağa. Ben de, en güzel, en mutlu günlerimin; çocukluk günlerimin geçtiği bu yerleri görmek, hatıraları canlandırmak için sık sık gelirim. Kanağa her gelişimde yüzünü görmediğim, fakat sesini halâ unutamadığım talihsiz Hatice’yi, Hatice’nin feci ölümünü hatırlarım. Kalbim hüzünle dolar, bir tuhaf olurum. İçimden bir şeylerin koptuğunu hissederim, karşı kıyıdan Hatice’nin türküsünü duyar gibi olurum.
Hatice’nin ölümüne sebep olan ışığın ne olduğunu çok sonra öğrendim. İkinci dünya savaşının o hararetli günlerinde, gelmesi muhtemel düşman uçaklarını tesbit etmek için Kayseri’den bizim tarafa tutulan dev projektörlermiş. Köylü ışıldak demişti adına. Bu ışık kilometrelerce mesafeyi aşarak bize kadar nasıl gelebilmişti? Hala aklım almaz.
Hep merak ederim: O akşam Hasan, Hatice’ye seslenip de “gelmedi” cevabını alsaydı ne yapardım? Kuş olup karşı kıyıya uçabilir miydim?


01.03.2013

OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ