Bursa’dan otobüse bindiğinde, oğlu ve gelinin akşam sofrada söyledikleri hâlâ kulaklarında çınlıyordu. “Bu sefer satmadan gelme, ucuz pahalı ne verirlerse al! Geçen yılki gibi yapma.”

Yozgat’a gelinceye kadar sanki onlarla birlikte gelmişti. Akşamki münakaşayı tekrar tekrar yapmışlardı. “Çocukları da düşünmemiz lâzım değil mi baba? Onların geleceğini…”

Giderek otobüsteki bütün yolcular oğlu ve gelini ol-muşlardı. Hep bir ağızdan: “Geçen yıl ki gibi yapma ha! Müş-teri bulamadım diye boş gelme.” Diye tempo tuttular. Bu ses-lerde biraz da yalnızlığını, kimsesizliğini, çaresizliğini haykırış vardı. Bütün bunları başına kakmak vardı. Karısı iki yıl önce ölünce temelli yalnız kalmış, evdeki reisliği de sona ermişti, sessizce. Gece yolda uykuya sığındığı anlarda bile gelini hemen yanındaki koltuğa en çirkin yüzüyle bitip, en bet sesiyle söylüyordu!. “Bir araba alırız, bir de Bursa’nın göbeğinde dai-re. Artan parayla da seni başgöz ederiz. Daha yaşın kaç? Böy-lece ocağın yeniden tütmüş olur.” Sanki şu anda tüten ocak onun değil mi? Bu sözlerle, herhalde boş gelirse kapının yüzü-ne kapanacağı gerçeği saklıydı.

Sofrada, “satmalısın” diye emir kokan hücumların yılgınlığıyla “peki” deyivermişti. İki gün sonraki yolculuğuna hemen o gece çıkmıştı, kendince, akıl almaz kararın dehşetin-den sıkıntısından kaçmak için. Bu küçücük kendi halinde iki hece, hayatında meydana getireceği depremi hissettirmişti. Bu “peki” yle bütün acıları yeniden ama daha katmerli olarak yaşatacağını evden çıkınca anlamıştı. Her şeye rağmen oğlu ve gelininin merhametsiz saldırılarından kurtulmuştu. Yıllardır yaptıkları baskılar en sonunda meyvesini vermişti.

Ertesi gün öğleyin, Yozgat’tan Akören Köyü’ne doğru giderken, oğlu ve gelininin yüzlerine söyleyemediklerini, kal-bini, diline müttefik edip yiğitçe haykırdı. Yine de kendisinde bir zavallılığın varlığını her cümlede hissetti. “Bana bakın” demişti. “Bu tarlalar bana babamdan kalmadı. Ancak ben o köyde iyi-kötü, acı-tatlı onsekiz yıl yaşadım. Oğullarım o köy-de doğdu. Babamın ve oğlumun mezarı o köyde. Sizin için önemli olan tarlaların parası, benim içinse o iki mezardır. Bende biliyorum o tarlaların bize faydası yok. Bilmiyor mu-yum? Benim derdim, tarlaların bahanesiyle o iki mezarı ziyaret etmektir. İsterim ki her yaz çıkan mahsulü bölüşmek ba-hanesiyle ölünceye kadar o köye gidip geleyim. Ondan sonra siz ne yaparsanız yapın.” Bu buruk başkaldırı, kararlı seslerle cevaplandırıldı. Otobüsteki bütün oğul ve gelinler “Satmazsan orda kal” dediler.

Gideceği Akören Köyü, İç Anadolu bozkırlarının en uzak köşesine sinmiş, küçücük köydü. Otobüs köyün kuzeyin-deki tepeyi dönünce, önce karşı bayıra yaslanmış mezarlık ve hemen dibindeki kırmızı kiremitli muhacir evleri göründü. Kalbi çırpınmaya, gizli bir el göğsünü yumruklamaya başladı. Artık, ne oğlu ve gelininin yüzleri takınan yolcuları, ne de yo-lun iki yanında ırgalanan uçsuz bucaksız altın başaklı denizi görüyordu. Kendisini; hatırlandıkça diline, kalbine, gözlerine yerleşip yalnız kendini konuşturan hatıralar denizinde buldu.

Çok uzun yılların, sisler altında kalmış bir gününde Filibe’nin yakınındaki köylerinden, sonbahar rüzgârlarıyla çıkmışlardı. İzin alabilmiş birkaç ailenin yası vardı köyde. Kalanlarda, azalmanın, erimenin burukluğu; gidenlerde, yarı üzüntü, yarı sevinç!... Evli kız kardeşini, emmileri, dayıları, halaları, teyzeler… Orada bırakıp yeni bir dünyanın cazibesine kapılmışlardı. Anası, babası ve karısı vardı yanında. Şimdiler-de öldüğüne inandığı kız kardeşinin orda kalmasına rağmen, alevlenmeye hazır bir ümit ışığı vardı yüreğinde. Köyden ayrı-lalı yarım saat olmadan yağmur boşanmıştı. Anasının gözyaş-ları yağmurun coşkunluğuyla yarışıyordu. Ana ve babasını orada bırakan karısından gizlediği, içten içe duyduğu bir sevinç vardı kalbinde. Yüzyıllar boyu hür yaşadıkları o yerlerde, gayrı toprak muhannet, güneş puslu olmuştu.

On beş hanelik muhacir kafilesi, bir ikindi vakti kam-yonlarla köye girmişti. Evleri devletçe yapılmış. Hazine arazi-leri yerlilerden alınıp onlara tapulanmıştı. Çektikleri acıları bir nebze unutmuşlardı. Yeterli topraklarla kendileri için çalışa-caklardı. Az şey miydi? Hele korkmadan Türkçe konuşmak, oruç tutmak, düğün yapmak, camiye gitmek… Artık yaşamak güzel olacaktı.

Akören köylüleri, meralarına ev yapıldı diye kızdılar, hele hele hazineden gasbedip yıllarca kullandıkları tarlaları ellerinden alındı diye, ilk günden düşman olmuşlardı onlara. Kaldıkları on sekiz yıl boyunca artan bir şiddetle onları aşağı-lamışlardı. Güya Bulgar’dan kaçmışlardı. Daha ilk günden, kendilerini bu topraklara, bu iklime yabancı gibi hissetmişler-di. Sökülmeye hazır beklemişlerdi, derinlere kök salmamışlar-dı. Sonra yeni bir gurbet rüzgârı toprağı ince köklere bağlı bu fidanları Bursa’ya uçurmuştu. Sık bir çam ormanının kenarın-daki küçük kavak koruluğu hissetmişlerdi bu köyde. Her ikisi de ağaçlı, fakat ondan ötesi yoktu. Hantal, eğribüğrü çamların ince uzun kavakları kıskandığı gibi, bu çalışkan becerikli in-sanlar kıskanılmıştı. Vakit namazlarını hep camide kılan mu-hacirler hasedle karşılanmıştı. Sonra teneffüs etmeye korktukları bir hava ve kara bulutlar çöreklenmişti evlerinin, bahçerelerinin üstüne. Tıpkı Filibe’deki köylerine olduğu gibi. Onsekiz yılın sonunda sihirli, fakat acı bir ilaç bulundu, “gide-lim gayri…”

Çantasını ortakcısının evine bıraktı. Köyün sırtındaki tepeyi yorgun adımlarla çıkıp, mezarlığa yöneldi. Tepede kuzu otlatan çocuklar, mânâsız gözlerle baktılar. “Şimdi kuzular açmı kalıyorlar acep” diye geçirdi içinden.

Tel örgüyü geçti. Soldaki sekiz on mezarlık kümeye doğru yürüdü. “Burda bile yalnız garip ve ayrısınız” dedi için-den birileri. Selam verdi. Kaynağını hatıralardan alan yüzlerce göze patladı kalbinde. Gözlerinden yol bulup akmaya başladı. Kaç ihlâs, kaç Fatiha okuduğunu bilemeden okudu, okudu… Yıllar onu gözüsulu yapmıştı. Annesiyle birlikte, Filibe’den kalan kızkardeşine ağlamıştı ilk önce. Şimdi hatırladıkça ağla-dığı beş mezarlık vardı. Filibe’de kızkardeşinin, Bursa’da karısı ve anasının, Akören’de babası ve oğlunun, beşinci mezarda kalbindeydi. Hele kalbindeki kendi mezarlığı, sessiz ve karan-lık ve…

Ağlıyordu, gözyaşları ellerine akıyordu. Fısıltıyla, “Ben geldim baba, ben geldim Mustafam, ben geldim, muhacirler, bizi kaçıran Akören Köyü’nün ölüleri… Ben geldim… Gelecek yıl gelebilecek miyim bilmiyorum” duaları, sitemleri akşama kadar devam etti. Oğlu ve babasıyla hasret giderdi. On yılın, yüzyılın hasreti… Muhacir ölülerine getirdiği selâmları söyledi.

Misafir olduğu ortakcısının odasında yalnızdı. Gece yarısı, olmuş fakat uyuyamıyordu. Acılar içindeydi. Üzgün ve tedirgin. Yol yorgunluğu bile uyumasına yetmiyordu. Işığı söndürdü. Pencere kenarına edilmiş yatağında oturdu. Oda çok sıcaktı. Pencereyi açtı, içeri deli bir poyraz hortumu dolu-verdi. Burada ağustos ayının gündüzü ne kadar sıcak olursa, geceside o kadar serin olurdu. Köyün önündeki çayırlıktan, patoz ve traktör uğultuları, unsan haykırışları geliyordu. Trak-tör farları oynaşıyordu arasıra. Yukarılarda muhacirlerin harman yerleri simsiyah karanlıklar içindeydi. Kendi gibi ya-payalnız.

Akşam yemeğinde ortakcısı, kan çanağı gözlerine baka baka bu yıl mahsulün iyi olmadığından, ilâç ve gübre zamla-rından bahsetmişti. Artık tarlalar verimsizleşiyormuş. Onu dinler göründü ve sonrasını hatırlamadı. Tarlaları kendisine söylemiş miydi acep? Her yıl sofrada: “Muhacirler içinde bir sen kaldın tarlalarını satmadık, gen şunları satalım” diye ısrar ederdi. Yedirdiği bulgur pilavı zehir zıkkım oluverirdi. Bu se-fer söyleyip söylemediğini bilmiyordu. Satma kararını gözle-rinden anlamış olsaydı, herhalde daha az fiyat teklif ederdi. Satıldıktan sonra ha yüz, ha bin ne fark ederdi.

Yatsı namazını kılmadığını hatırladı. Abdest tazeleyip namazını kıldı. Tesbih çekerken hayatını üç duraklı imamesiz bir tesbihe benzetti. Başı ve sonu belirsiz, çektikçe her biri bir acıyı temsil eden taneler. Her biri bir başka depremi anlatan duraklar. Kalbinden geçirip, diliyle anlatamadığı dualar etti.

Bütün bir hayatını kaç bininci defa gözünün önünden geçirdi. Filibe’deki çocukluğundan, Bursa’ya kadar. Kendini nesli kesilmiş bir göçmen kuşa benzetirdi hep. Hiçbir yerde gerçek ve sabit bir yuvası olmadan, bir o yana, bir bu yana gidip gelmeler… Her yer aynı, ha Filibe, ha Yozgat, ha Bursa. “Benim” diyebileceği bir yuvası olmadan. Yeni yolculuklara, ayağına bağ olmasın diye zoraki yuvadan bir yavru atarak çı-kacaktı. Ömrü oldukça her yuva dibinde yavrularından birini, bir Bulgar’a yem edecekti. Yarında hep yollarda olacaktı, yav-rularını yem ede ede. Belki göç dönüşü, yuvası bir Bulgar eliyle yıkılmış olacaktı. Başka köylerin damlarına tüneyecekti birkaç günlüğüne belki, oradan da bir yavrusunu atacaktı. Kızkardeşi, oğlu, babası, anası… gibi.

Satma kararı onu şu anda olduğu gibi dehşet içinde bırakmamıştı. Tarlaları satmakla, oğlu ve babasına ihanet etmiş olacağı fikri yüreğine yer etmişti. Her ağustos buraya gelişi bir ihtiyaçtı onun için. Damarlarına aşılanan kuvvet ilâcı hayatta kalmasını sağlayan bir acı ilaç.

Hatıralar, hayaller ve gerçekler hep birlikte gelip bey-nine yerleştiler. Oğlu, babası, anası, karısı satma kararını kı-narken oğlu ve gelini isyan ettiler. Açıkça tekrar Bursa’ya dö-nemeyeceği tehdidini savurdular. Tam satma kararından vaz-geçecekken gelini ve oğlu son darbeyi vurdular. “Satmazsan orada kalıp çiftçilik yap, sınırını yeniden Akörenliler söksün” dediler. Seslerini o derece yükselttiler ki, kendileri dışında herkes çekilip gitti.

Beyninde de milyonlarca patlama oldu. Kanı akmakta naz etti. Gözlerine tuz acılığında sular boşandı. Yorgun düştü. Yılların yorgunluğu tonlarca ağırlık olup üstüne biniyordu. Soluğu tıkanıyordu.

Ortakçı, tarlaları ucuzca alacağının sevinciyle köyün hiç çalışmayan telefonunun kolunu çevirirken, bir göçmen kuş, ilk ve son defa gördüğü güzelliklere ve önce gitmiş sevdiklerini hayal ederek acı acı gülümsüyordu.

06.04.2013
OKUR YORUMLARI
Mehmet UYSAL
08.04.2013 20:35:00

VELHASIL KELAM...

KALP HERKESTE VAR!!!

ÖNEMLİ OLAN YÜREKTİR...

YÜREĞİNE SAĞLIK ÜSTADIM...SELAMLARIMLA

mahmut erdem
07.04.2013 13:23:00

Selam hocam yazınız okadar mükemmel okadar anlatım tazeliği varki ,bir götürdü pir götürdü ,itiraf edeyimki biz gurbet kuşlarının gönlünde yaptığı muakemeyi sizin tatlı anlatınız çok güzel ortaya sermiş,babam şahismailin'de söylediği gibi bizde hakka yürüyünce hiç gelmezsiniz oğul sözleri kulağımdan hiç eksilmedi.Ama unutmayın getirisi olmasada hatıralarıma yinede giderim .saygılarımla.Mahmut ERDEM.

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ