Av. Celal KAPUSUZOĞLU

VİZYON

Alnı Akıtmalı Karaçebiş

“Bu Toprağın Çoçuklarına”


Bakıcı Recep odaya girdiğinde, müdür Kenan Bey O’nun söyleyeceklerini bilmişti. Umursamaz bir tavırla;
- Yine mi o?
- Evet, efendim.
- İdare et… Yarın başımızdan defederiz.
Sebepsiz iç sıkıntılarını gidermek isteğiyle gevşedi. İki yıldır her önüne gelene şikayet ettiği hâlde bir tek kişi O’nu ciddiye almamıştı. Müdürün odasında olduğunu unutmuştu. İzinsiz söz aldı.
- Valla efendim, bu hayvan değil bi tuhaf mahluk. İki gündür tel örgünün bir başından öbür başına koşu yapıyor. Deminde tel örgüden geçmeye çabalıyordu. Gece tel örgüden atlayıp kaçarsa şaşırmayın. Derdi, yarın insanlarla karşı karşı-ya gelmemek.
Müdür bakıcının laubaliliğine ses etmedi. İki yıldır keçiyle olan didişmesini alayla karışık bir merakla takibetmişti. İnanmaz görünüp, dudak büktü.
- Hadi canım, daha neler. Nihayetinde basit bir hayvan. İşte yarın ki törenden sonra sende kurtulursun. Hem, ne ağzına çitten atlasın.
Bakıcı Recep iki yıldır hiç kimsenin kendini anlamayı-şının sebebini bir türlü bulamamaştı. Şu son günün ne büyük sıkıntılarla geçeceğini biliyor olmanın tedirginliğiyle;
- İnanın müdür bey, bu çebiş keçi cinsinden değil. Bizim oralarda, “Keçi kısmı tekin değildir” derler. Doğrusu burada buna inandım, “koyun melek, keçi cin” olurmuş. Cinler hep keçi donağına girerlermiş. Bir gün rahmetli dedem, gece yarısı atla komşu köyden geliyormuş, yolunun üstüne siyah bir oğlak çıkmış, “Sürüden ayrı düşmüş zavallı, yarın çobanlara teslim ederim” diye eyerden uzanıp kucağına almış. Hem geliyor, hem yumuşak tüylerini okşuyormuş. Lüzumsuzluk bu ya; “acep erkek mi dişi mi” diye merak edip hayasına el atınca… Oğlak geriye dönüp kart bir erkek sesiyle; “hiç merak etme, erkeğim” demez mi? Dedem savurup atmış. Durur mu, köye nasıl gelmiş bilememiş. O gün dili, dişi kilitlenip, ekmek-ten aştan kesilmiş. Mutlak muska derken zor iyi olmuş.
Müdür Kenan Bey, önceleri merakını gizler görünmek-le beraber, sonuna kadar olayı gözünde canlandırmıştı. Atın üstündeki kendisiydi sanki. Tüyleri diken diken olmuş, omuz başından aşağıya terler yürümüştü. Kalp atışları hızlandığın-dan, kekeleyerek çıkıştı.
- Doğru işinin başına, iki yıldır bir keçidir tutturdun. Öteki bakıcıların hiç sesi yok. Sanki bunun derdi hep seninle. Yemlikleri sulukları akşama kadar tekrar doldurun. Yirmidört saat sonra her şey bitecek. Ha… Unutmadan söyleyeyim, eksik istemiyorum. Beni belediye başkanıyla, bölge müdürünün karşısında mahcup etmeyin, herkese yeniden söyle.
Bakıcı Recep, çaresizlikle fısıldadı, “başüstüne”. Tö-kezleyerek çıktı.
Dağ keçilerinin korunmaya alındığı bakım ve üretim istasyonu kurulalı on yıl olmuştu. Dağ keçilerinin sayısını artı-rıp av turizminin hizmetine verileceklerdi. İlk sekiz yılda her şey yolunda gitmişti. Bir tek vukûatlı gün yoktu. Müdür Kenan Bey emekliliğine kadar burada kalmayı hayal ediyordu.
Doğan oğlaklara iki yıl bakılır, büyütülür, sağlıklı olan-lardan damızlık seçilir, kalanlar dağa salıverilirdi. İki yıl önce keçilerden biri doğururken ölünce geride, siyah, alnı akıtmalı öksüz bir erkek oğlak kalmıştı. Müdür ve bakıcılar şaşırmış-lardı. İlk defa bu renkte bir dağ keçisi görüyorlardı. İkinci yılda çebiş olup, boynuzları kıvrılmaya başlamasa, kimse ona dağ keçisi diyemezdi. Bakıcı Recep daha ilk gün ona ısınama-mıştı. Nöbetçi olduğu günler özellikle aç ve susuz bırakmıştı, ölsün diye. Yine de Recep’e inat etmiş gibi ölmemişti. Öteki eke keçiler siyah alnı akıtmalı oğlağı sırasıyla emzirmişlerdi. Yadırgı oğlağı boynuzlayan en huysuz keçiler bile ona uysallık-la, memelerindeki sütü son damlasına kadar sunmuşlardı. Siyah oğlak, Recep’in ona karşı duygularını bilmiş gibi, hep O’nun nöbetinde mesele çıkarmıştı.
Ne gün siyah oğlağın ayağı yere sağlam basar oldu, yirmi dönümlük bakım ve üretim istasyonu arazisi dar geldi. Her gün yeni marifetler gösterirdi. Bir keçiyi yatar görse, varır boynuzlardı. Dağ keçisine yatmak yaraşmaz, sanki yatınca dağ keçisi olma özelliği kaybolacaktı. Öksüz erkek oğlak, ikinci yıl, sürünün tek ve tartışılmaz başkanı olmuştu. Bütün genç aza-metli tekeler onun karşısında suspustu.
Tören günü insanlardaki hareketlilik, keçilerde görül-medi. Alkışlar alkışlar… Koruda, bakımevi binasında, tel örgü-lerde, ağıllarda, çınlayan hep aynı seslerdi! “Ülkenin doğal varlıklarını artırmaya ve korumaya yönelik, böylesi olumlu çabalar sürdükçe, ülke turizmi çok şey kazanacaktır. Bu ülke-nin kalkınmasına yapılan büyük bir katkıdır”… Son sözü, Ba-kım ve Üretim İstasyonu Müdürü Kenan Bey aldı. “Geçen yıl ki, turizm sezonunda av turizminden yüz milyon dolar döviz elde edildiğini, bu yıl bu paranın daha da artacağını” göğsünü kabartıp, etrafa zoraki gülücükler dağıtarak haykırdı.
Ulu ağaçların, koyu gölgeleri altına tünemiş istasyon binası önündeki kalabalık dalgalandı. Olur-olmaz her şeye alkış tutmaya alıştırılmış bu insanlar, neyi-niçin alkışladıkla-rını bilmeden, müdürü de alkışladılar. Belediye başkanı ve bölge müdürü, büyük demir kapıdaki kurdelayı ortaklaşa kes-tiler. Kapı açıldı, kalabalık iki yana çekilip beklemeye başladı. Her yıl alkış ve teki gürültüden ürküp avlunun içerilerine doğ-ru kaçışan keçiler, bugün sessizce bekleşiyorlardı. Açık kapı-dan ormana doğru delice koşmaları beklenirken, önlerinde karaçebiş ve mağrur adımlarla başları dik, kapıya yöneldiler. Hiçbiri insanlarla gözgöze gelmek istemiyordu sanki. Bakışın-ca, yüreklerden yüreklere akacak duygu selinin içinde, ezeli güvenliğin yakıcılığı olacaktı.
Bakıcı Recep, şu ânı iki yıldır nasıl sabırsızlıkla bekle-mişti. Sevincinden uçacağını umuyordu hep. Halbuki bugün, çocukluğunun karanlık gecelerinde, bir küçük idare lâmbası-nın bile olmadığı evlerinin, omuzlarına çöküp bunalttığı an-larda hissettiği korkuları yaşıyordu. Nöbetleşe gibi gelip, göğ-süne inen ağır yumrukların basıncı nefesini kesiyordu. Keçile-rin başında onu böyle yürür görünce, yarı nefret, yarı korku “gâvur oğlu gâvurdaki kibire bak, sanki, ordu komutanı”, diye sokrandı. Korku ve nefret karışımı o duygu, bütün bedenini yaladı.
Tam kapıdan çıkarken, Karaçebiş dönüp özellikle Re-cep’e baktı. Karaçebişle gözgöze gelmek istemeyen Recep, başını yere eğip dönüverdi. Sanki “Recep’i, öteki bakıcıları, bekçileri, müdürü, unutmayacağını, onların da kendisini unutmamasını” söylüyordu.
Yüz adım gitmeden, ne niyetle büyütülüp, salıverildik-lerini anlamış gibi alışılmamış seslerle, kalabalığa, bakım ve üretim istasyonunda kalan hemcinslerine dönüp, son defa hep bir ağızdan melediler. Bunun, keçilerin insanlara olan güven-sizliğinin, nefretin ve başeğmezliğin haykırılışı olduğunu, bir tek Recep anladı. Bu siyah alnı akıtmalı erkek çebişin, keçi cinsinden olmadığına kesinlikle inanmıştı. Yüreğinde günler-dir biriken korku damlaları birikip göğsüne sığmaz olmuştu.
Daha törene katılan kalabalık dağılmadan, kayalık yamaçlarda, seyrek ağaçlar altında bir kıpırtı başladı. Karaçebiş ve sürüsü dağın eteklerine vardığında bütün orma-nı, koyakları dolduran melemeler, kayalıklardan yankılandı-ğında, törene katılanlar ilk defa buraya geldiklerine pişman oldular. Hür dağ keçileri sanki bugünü biliyor ve bekliyorlardı.
Melemeler, insanların çıkamayacağı yükseklere doğru uzandıkça azalıp kayboldu. Bir mutlu günün müjdecisi olan bu sesler, daha ötelere, daha da ötelerdeki dağ keçilerini haber-dar etti. Alnı akıtmalı Karaçebiş, sürüsünü saatlerce tırman-dırdı. Koruları bir adımlık yol gibi geçtiler, koyak, yar, çalı, demeden.
Gün, karşı tepelerin üstünde asılı kaldığında Alnı Akıtmalı Karaçebiş, kendilerini çağıran sesin kaynağına sürü-sünü ulaştırdı. Hürriyetin, her zerresine sindiği dağ havasını soluklandılar doyasıya. Çünkü burası bir tek insanın ayağı ve soluğuyla kirlenmemişti. Dağın zirvesine yakın bu küçük, çi-menli yamaçta, bütün bir dağ keçisi nesli toplanmıştı sanki. İstasyonda doğup, büyüyenler ilk defa böyle çok keçiyi bir arada görmenin şaşkınlığındaydılar. Dünyadaki bütün hem-cinsleri buradaydı herhalde. Daha önceden burada doğup, bakım ve üretim istasyonuna damızlık olarak götürülen eke keçiler, ana-baba ve oğlaklarını arandılar sürünün içinde.
Alnı Akıtmalı Karaçebiş, sanki bu keçilerin burada kendilerini beklediklerini biliyor, aralarında daha önce yaşa-mış gibi hissediyordu. Kendinden emin, sürünün en kalabalık yerine yanaştı. Sakalı dizini döven en yaşlı tekeler bile ona şaşkın şaşkın baktılar. Aralarında böylesi bir keçiyi görüp ya-dırgadılar. Keçilerin en yaşlısı ağır ağır ona yaklaşıp, etrafında döndü, kokladı. Sürüye dönüp, sevincini, haykıran bir sesle meledi. “Atalarının onlara anlattığı ovadan gelecek, Alnı Akıtmalı Karaçebiş, buydu. Onları yüzlerce yıl önce atalarının geldikleri topraklara götürecekti. Artık insanların iğrenç zevk-lerini tatmin etmeyeceklerdi. Gidecekleri ata yurtlarında belki yine insanlar da olacaktı ama, binde biri, aç kaldıkları için onları vurma mecburiyetide kalacaktı. Böyle sona kader gö-züyle baktıklarından üzülmüyorlardı. Aç midelere rızık olmak, onlara niye üzüntü versindi. Dağıyla, taşıyla, gözesiyle, dere-siyle onların olacak ata yurtlarını şimdi ne çok merak ediyor-lardı. Sonunda dönüş yolunu bilen rehber gelmişti.”
O gece; yıldızları, ayı, gecenin korkulmaz olduğunu, ışığın, otları, ağaçları, karşı olukları güzelleştirdiğini ilk defa fark ettiler. Aşağılardan gelen yırtıcı hayvan seslerinden ürk-mediler. İlk defa, bulutsuz bir gecede yıldızları seyrederek yattılar, korkusuz, ümitli, heyecanlı. Hergün bu saatlerde gün boyu seğirtmenin yorgunluğuyla, bir kuytu köşede tek başla-rına yarı uyanık bir sabahı beklerlerdi. Sayısız tehlikelerin verdiği yürek çarpıntısıyla, kulakların korunmaya yetmediği yerde, gözlerin yardımcı verip, karanlığa sığınırlardı. O gece hiç uyumadılar. Birbirlerini nefesleriyle ısıtıp en küçük hışır-tıdan ürkmeden yattılar. Mutluluktan dilleri tutulmuştu, gü-ven duygusunun verdiği gönül huzurunu, birlikte hissettiler varlıklarında.
Sevinçlerini birbirlerinden sakladılar utanarak. Artık yağlı kurşunlar, dirseklerini, yüreklerini parçalamayacaktı. Beyinleri kafataslarından sıçramayacaktı ötelerde. En kötüsü sakat kalmaktı bir ömür. Kötürüm olup ya bir ağaç dibinde ya bir kaya kovuğunda yem olmayacaklardı kurda kuşa. Can kor-kusunu söküp atacaklardı benliklerinden. Besmelesiz tetik çeken eller ciğerlerini sökemeyecekti. İçi oyulmuş başları, denizler ötesinde, uzak diyarlardaki, rengine, kokusuna ya-bancı evlerin duvarlarını süslemeyecekti.
Günün doğum sancısı ufukları kızartırken, acıktıklarını fark ettiler. Başka gecelerde ayışığıyla ağarmış çimenlere üşüşürlerdi. Kaç kere hürriyet ülkesinin ıslak çimenlerini ot-ladılar, döğüşmeden, hemcins, dost ve kardeş olduklarını ilk defa hatırlayarak.
Alnı Akıtmalı Karaçebiş, arkacın tepesindeki sivri ka-yaya çıkıp kararını bildirdi. “Gün dönümünde yola çıkıp, koç katımında ata yurtlarında olacaklardı. Yola kuvvetli olarak çıkmak için oğlaklar ortaklaşa emzirilecekti. Hiçbir dağ keçisi aşağılarda otlamayacak, gerekli araştırma ve nöbet görevini kendisi yapacaktı. Yola dayanamayacak kadar yaşlı ve kötü-rüm olanlar burada kalıp, iki yıl sonra dağa salınacak keçilere rehberlik yapacaklardı. İnsanlar nasılsa dağ keçilerinin azal-dığını fark edip av yasağı koyacaklardı. O güne kadar başka bir Alnı Akıtmalı Karaçebiş ovadan gelip kalanları da götürecekti ata yurtlarına. Rehberlerine olan güvenleri daha da tazelen-mişti.
Bakım ve üretim istasyonuna… km. uzaklıktaki İncirlik hava üssünde görevli çavuşlardan Corc ve Bill, av mevsiminin açıldığını televizyondan öğrenince birbirlerini kutladılar. İlk Cuma ava gitmeye sözleşip hazırlıklara giriştiler.
Bölge müdürlüğünden av izin belgelerini alıp, bakım ve üretim istasyonuna geldiklerinde içki ve sıcaktan yarı sar-hoştular. Yapacakları avın neşesi yüzlerine vurmuştu. Daha şimdiden vuracakları keçi sayısına bahse giriyor, gözlerinde bütün bir keçi neslini yok edecek canavarlık ışıldıyordu.
Av mevsiminin ilk turistlerini kapıda bakıcı Recep karşılayıp, müdür Kenan Bey odasına aldı. Yörenin ünlü ayra-nından ikram ettiler misafirlerine. “Ülkemizin misafiri olan bu insanlar fazladan döviz bırakacaklardı. Onlara ne kadar ikram yapılsa az olacaktı.” Bakım ve üretim istasyonu müdürü onlara keçilerin günün saatlerine göre toplu bulunacakları yerleri tarif etti. İlk gün av yapamazlarsa, onları seve seve istasyonda misafir edebilirlerdi. Kapıya kadar hararetli sözlerle geçirdi. Yarı yola kadar bakıcı Recep’i yanlarına kattı.
Arabalarını istasyona bırakıp yola koyulduklarında, bakıcı Recep’in varlığından habersiz içe içe sarhoşluklarını artırdılar. Recep, dün törendeki yaşadığı korkulardan kurtul-mak için avcılara, yağla karışık öğütlerde bulundu. “Sizin gibi usta avcılardan hangi keçi kurtulmuş. Ancak içlerinde biri var ki, onu her avcı vuramazmış”, sarhoş avcılar bu kışkırtmaya kayıtsız kalmadılar. Alnı Akıtmalı Karaçebiş’in tarifini alıp vurduklarında etini ona vereceklerine söz verdiler. Bakıcı Re-cep içten içe “şu gâvurlar onu vururlarsa ne âlâ, vurmazlarsa kendime iyi bir muska yaptırmalıyım” diye söylenerek avcı-lardan ayrıldı.
Dağı tırmanalı saatler olduğu halde, avcı Corc ve Bill, bir tek keçiye bile rastlamadılar. Kaçıncı defadır sövdüler ağız dolusu, bu topraklara, ormana, dağlara, keçilere… Akşama doğru sinirleri gerilmiş ve yorgun düşmüşlerdi. Geceyi dağda geçirmeye karar verip, bir serpenek kayanın gölgesine din-lenmek için oturdular. Arada bir dürbünle etraflarını ve uzak-taki koyu gölgeleri taradılar. Yemeklerini yeyip, sigaralarını tazelerken silahını karayan Corc, “Hey Bill, bu o.” Diye hay-kırdı. Dürbünde bakıp göremedikleri keçilerin siyah olanı, sağ yandaki küçük kayanın başındaydı. Silahlarını avlarına birlikte boşalttılar ardı ardına. Kayanın üstünden küçük taş parçaları uçuştu, tozlar kayayı duman gibi örttü. Vurduklarına emin olarak koştular. Yarım saat sonra karavana olduğunu anlayın-ca, birbirlerine şaşkınlıkla bakıp yeniden tepeleri dürbünleriy-le incelediler. Tepenin ortalarında, seyrelmiş çamların arasın-da, kendilerine bakan Alnı Akıtmalı Karaçebişi yeniden gö-rünce, bu sefer vuracaklarından emin ateşlediler silahlarını aralıksız. Tırmanmaya başladılar tekrar dağı. “Bu sefer ta-mam” dedi Corc.
Bu köşe kapmaca gün batımına kadar sürdü. Alnı Akıtmalı Karaçebiş, karanlık basınca avcıların onu daha zor takip edeceklerini, avlarını vuramadıkça avcıların sinirlenece-ğini dengesiz ateş edeceğini… Karanlıktan da yararlanıp onları dönüşü güç zirveye çekip ya birbirlerine vurduracağını, yahut keskin ir dönemecin hemen ucundaki uçurumdan düşmelerini sağlayacağını hesap ediyordu. Corc’la Bill, mermilerinin çoğu-nu harcadılar. İki koldan takibe karar verdiler. Bu Allah’ın belası keçiye ne biçim avcı olduklarını göstermeliydiler.
Güneş görünmez lambalarını bir bir söndürürken, ağaçların kaya diplerinin gölgelerini daha da koyulaştırdı. Hep iç çeken gece kuşlarının sesleri yankılanmaya başladı avcıların kulaklarında. Zirveye yaklaştıkça yollar seyrelmeye, patikalar da enine olmaya aşladı. Patikaların azlığı avlarını daha yakın-dan takip etmelerine sebep oldu Corc’la Bil’in. Zirveye çok az kala Alnı Akıtmalı Karaçebiş yanlış patikaya girince büyük uçurumla karşı karşıya kaldı. Halbuki dönemece varmadan sık çalılardan yukarı çıkacaktı. Bakım ve üretim istasyonundan daha iyi bildiğine inandığı, bu dağların en acımasız yerinde kalakalmıştı. On adım yakınlık, avcılara sağ yakalama fikri vermişti. Sağ yakalama fikri avcılıklarına daha bir hava vere-cekti. Bu uçurumdan, salgın hastalığa yakalanan keçiler, has-talıklarını ötekilerine bulaştırmamak için kendilerini atmıştı hep. Şimdi hür yaşama gibi bulaşıcı ve o ölçüde çaresiz hasta-lığı bütün ormana bulaştırıp, en sonunda kendi yaydığı hasta-lığa yenik düşecekti.
Avcılar hayvani bir sesle yeniden hırıldadılar, “canlı yakalamalıyız.” Alnı Akıtmalı Karaçebiş bütün dağlara, orma-na, koyaklara ve önündeki uçuruma sinip bir daha hiç silin-meyecek bir sesle meledi. İleri-geri gitmenin faydasızlığını anlayıp durdu. Gecenin, avcıların ve önündeki uçurumun ka-ranlığı; onun yüreğinde, ışıyıp duran, sabahki aydınlığı veren ışığın kaynağını söndürmüştü küçük üflemeyle. Gece alabil-diğine sessiz, uçurum alabildiğine derin, avcıların gözlerinde ışıyan parıltılar alabildiğince acımasızdı.
Önce eğlence, sonra intikam olarak başladığı bu oyun-da, rolünün böyle biteceğini hiç kestirememişti Alnı Akıtmalı Karaçebiş. Daha gün atımında avcıları peşinde koştururken, içinden, onları ortalarında durup birbirine vurdurarak, yahut dönemecin ucundaki uçurumdan atarak öldürecek olmanın tarifsiz sevinci vardı yüreğinde. Onları öldürmekle, yivli silah-ların tükettiği keçi neslinin dirilişini gerçekleştirecekti. Bugü-ne kadar âlem keçilerin intikamını alacak olmanın gururu, yüreğinde donup kalmıştı. Şu anda onları görerek, yüzünü, gözlerini beynine kazıyıp kendinin ve öteki keçilerin intikamı-nı alacak bir hemcinsinin olmasını ne çok istiyordu. Böyle bir şey olsaydı kaçmayı aklından geçirirdi, sonra bakım ve üretim istasyonunda bakıcı Recep’le gözgöze geldiğini hayal edince vazgeçti. Recep ona küçümseyen gözlerle bakınca…
Düşmanı karşısında eğilmeyen asil savaşçıların ezeli kaderi yaşamak için, hıncın, isyanın, yalnızlığın, çaresizliğin gücüyle en uzun ve en yüksek sıçrayışını yaptı Alnı Akıtmalı Karaçebiş. Yere ne zaman düşeceğini bilmediği bu sıçrayışı, bütün dağlarda, ormanda, bakım ve üretimi istasyonunda yankılanan melemesi takip etti. Bu ses, uçurumun karşı kıyı-sına kadar uzanıp, onu ağzına kadar dolduran bir çığlık oldu.
Corc’la Bil, saatlerdir peşinden koştukları avlarının, böylece uçup gitmesinin verdiği şaşkınlıkla, uzunca bir müddet konuşmadılar. Keçinin bile intihar ettiği bu topraklarda durmanın mânâsızlığını anlayıp, koşarak geri döndüler. Ku-laklarında hâlâ Alnı Akıtmalı Karaçebişin son melemesi.
Gün döndü, ormanın seyrek yerlerindeki otlar sarardı. Günlerce, ovadan gelen alnı akıtmalı rehberlerini aradı bütün bir dağ keçisi sürüsü. O güzel gece ve o taze sabahta görüp yaşadıklarının rüya olduğuna inandırdılar birbirlerini. Atala-rının söylediği kurtarıcının geleceği günü görmeyi yeniden hayal ettiler.
Yeni gün dönümleri, yeni koç katılımları gelirken, yeni avcılar geldi. Onlar yine can derdine düştüler. Dağ keçilerinin kanları kayaları kızıla boyadı yeniden. Yaralanıp kurda kuşa, ölüp yabancı ağızlara yem oldular.
Bakıcı Recep, Corc’la Bil’in anlattıklarına bakarak, Alnı Akıtmalı Karaçebişin keçi olduğuna inanmanın rahatlığıyla kendi kendisiyle eğleşti. “Bizim müdür Kenan Bey büyük adam vesselâm. Hemen nasılda bildi cin olmadığını. Biz cehal milletiz, heç adam olmayacağı valla” diye kendini yargıları sonunda. Bakım ve üretim istasyonunun balkonunda, sandal-yeye kaykılarak sigarasını bir büyük yükten kurtulmanın key-fiyle tüttürdü. El radyosunu döşüne koydu, marşlar çalıyordu. Gözlerini yumup bu yıl taşınacağı kooperatif evinde hayal etti kendini. Radyoda marşlar bitmişti. Karga gibi bir ses, “Bu yurdun bir parçasını bile kimseye vermeyiz, bu yolda kanımı-zın son damlasına kadar savaşırız…” diyordu. Bakıcı Recep gözlerini açıp, karşısındaki ağaç diplerinde yatan keçilere kü-çümseyen gözlerle bakıp, bir hindi gibi kabardı. “Helal be… Vermeyiz elbet. Değil mi lan uyuz keçiler” diye söylendi. Sonra sebepsiz bir kahkaha patlatıp, “cin imiş” diye gevrek gevrek güldü. Beynini, korkunun işgalinden kurtarmanın verdiği ra-hatlıkla çocuksu bir uykuya daldı.

Çebiş : Bir yaşından büyük keçi

23.04.2013
OKUR YORUMLARI
sayha
26.07.2013 23:42:00

sayın Kapusuzoğlu, yeni yazılarınızı büyük bir heyacanla bekliyoruz fakat siz bekletmekte ısrar ediyorsunuz.Şu "alnı akıtmalı kara keçiden kurtarın artık bizide. selamlar hürmetler

suzan
18.05.2013 16:15:00

Betimlemelerin harika bir şekilde yansıtıldığı,duygu ve hislerin anını yaşatarak aktardığınız uzun hikayenizi okurken ülkemizi terk eden keçi kılıklı şeytanların kamplarına çekilişleri gözümde canlandı.Belli ki,keçi etine ihtiyaç duyulduğu sürece bu hayvanlar var olacak veya var edilecekler.Keşke insan kılıklı cinler benzettiğim bu hayvanlar kadar masum olabilse.Açtıkları zarar ağaçtan, çalıdan ibaret olsa.

Sağlıklı günler dileğiyle...

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ