A.Kadir ÇAPANOĞLU

A'DAN Z'YE

SAYIN YILMAZ GÖKSOY’UN ÜÇ SORUSU

Yozgat’ımızın canlı tarihi,değerli emekli eğitimci Yılmaz Göksoy ağabeyim aşağıda arz edeceğim üç konuyu yazmamı ve bu vesile ile yazımızı okuyacak bilim adamlarının dikkatine sunmamı istemişti.Değerli ağabeyimin emri başüzre diyerek arz ediyorum. Buyurun birlikte kulak verelim söylediklerine.

Yılmaz Göksoy ağabeyim Yozgat’ın Gökçekışla köyünden. Vaktiyle daha sütteyken bir manda yavrusunun (ki malak diye isimlendirilir) annesi ölüyor.Köylünün durumu malum, çaresizlikten malak’ı inek sütü ile besleyerek büyütüyor. Malak büyüyüp ergen hale geldiğinde yani toska(tosun’un karşılığı) olduğunda kızışma zamanı mandalara değil ineklere ilgi duyar ve dişi mandalara hiç yanaşmaz. Bütün köylünün şahit olduğu bu olaya köylü bir anlam veremese de Yılmaz ağabeyim bu olayın basit bir tercih olmadığı konusunu düşünür. İnek sütü ile beslenen malak’ın acaba gen yapısında değişiklik mi olmuştur. Buzağı, oğlak ve kuzu gibi geviş getiren hayvanlar dünyaya geldikleri zaman kendilerine özel yavru zarı yapısı nedeniyle anne kanından bağışıklık maddelerini almadan, yani bağışık olmayan bir biçimde dünyaya gelirler. Olumsuzlukmuş gibi görünen bu durum onlar için hayati bir önem taşır. Öte yandan bu hayvanlar, annelerinin doğumdan hemen sonra salgıladıkları özel bir süt içerisinde bulunan bağışıklık maddelerini alarak ancak bağışık hale gelebilirler. Doğumdan sonra anne hayvandan bir kaç gün süreyle salgılanan işte bu özel süte “ağız sütü” denir. Ağız sütü yavru hayvanı bulaşıcı hastalıklardan koruyan bağışıklık maddelerini içermesi nedeniyle son derece hayati bir önem taşımaktadır.

WHO (Dünya Sağlık örgütü), bebeklerin ilk 6 ay boyunca yalnızca anne sütü ile beslenmesini, sonrasında da ek gıdalarla desteklenerek, bebek 2 yaşına ulaşıncaya kadar anne sütü ile beslemeye devam edilmesini tavsiye etmektedir.

WHO anne sütü eksikliği ya da yokluğunda demir ile zenginleştirilmiş biberon mamalarını önermektedir. Anne sütünün verilmediği durumlarda, özellikle ilk 1 yıl, inek sütü hiçbir şekli asla kullanılmamalıdır diye ikaz ediyor. Buradan hareketle anne sütü ile beslenemeyen bebekler ile cinsel tercihleri farklı insanların bu yönden araştırılmasından bilim insanları bir sonuç çıkarabilirlermi diyor Yılmaz ağabeyim.

İkinci olarak; yoğun saçaklarıyla toprağa kök salarak erozyonu engelleyen, hayvanların doğal barınak ve yiyecek ihtiyacını karşılayan.Kabuğu soyulduktan sonra kavrulup toz edilerek kahvesi yapılan. Tatlandırılarak midevî ve ishal durdurucu olarak istifade edilen. Boya ve deri sanayiinde de kullanılanmeşe ağacının meyvesi "Meşe Palamudu" olarak adlandırılır. Olgunlaşan palamutlar kendiliğinden dökülür. Toplamada geç kalınması halinde; başta sincaplar, fareler gibi kemirgenlerle; keçiler, domuzlar, kargalar gibi diğer hayvanlarca tarafından hızla tüketilirler.Bir meşe ağacının palamut vermesi dikiminden itibaren yaklaşık 40-50 yıl sürmektedir. Hâlbuki Yozgat’ın Kuşçu köyünde bahçe kenarlarına dikilen palamutların 10- 15 yıl içinde hem de ceviz büyüklüğünde meyve verdikleri görülmüş.

Zamanından önce palamut veren bu ağaçlar yıllar sonra kesilirler. Daha sonra bu ağaçların palamutlarından yetiştirilen meşelerin palamut vermedikleri görülüyor. Bunun üzerine topçu köyünden yeni meşeler getirilip dikiliyor ve onlar palamut veriyorlar. Hâlbuki ormancılar bizlere şöyle tavsiye ederlerdi. “Topladığınız meşe palamutlarını seyahate çıktığınızda yanınıza alın ve yolda giderken nispeten taşlık olan yol kenarlarına atın. Kolayca köklenen palamutlar orada birer koca ağaç olur” Yılmaz Göksoy Hocam yine soruyor; vaktinden evvel hem de oldukça iri palamut veren bu meşelerin palamutlarından yetiştirilen meşe ağaçları neden meyve vermediler.Bu meşelerin vaktinden önce gelişmesinde Kuşçu köyünün toprağının bir rolü olmuş mudur? Bu toprakta yetişen meşelerin palamutları mutasyona mı uğramışlardı?

Üçüncü olarak; Bir tarihte bahçemdeki kuşburnu fidelerine gül aşılamıştım. Fideler çok narin olduklarından yanından geçen hayvanlar kırmasın diye de evin bacasından çıkan büzleri onların üzerine koymuştum. Yani fideleri isli büzlerin içinde koruma altına almıştım. Ancak sonra fark ettim ki aşılı yerlerde urlar oluşmuş. Yani buralarda kanser oluşmuş. Hâlbuki yeteri kadar güneş ve su alıyorlardı. Büzlerin içindeki is’in bu oluşumda bir etkisi olmuş mudur diye aklıma takılmıştır. Yani havadaki is canlılar üzerinde nasıl bir etki yapıyor. Kanser hastalığının bu kadar artmasında yiyeceklerimizden daha çok acaba soluduğumuz kimyasallar mı daha etkili oluyor. Çünkü geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında kimya sanayi, tüm sanayi ile karşılaştığında çok hızlı bir büyüme gerçekleştirmiş. 50 yıl önce yılda sadece 1.000.000 ton kimyasal üretilirken, bugün bu rakam 400.000.000 tona ulaşmıştır. Farklı kaynaklarda farklı rakamlar verilmekle beraber ve tüm dünyada ortalama 80.000 ila 100.000 arasında kimyasalın kullanıldığı tahmin edilmektedir. Bu kimyasalların büyük bir bölümü ticari ürünlerin karışımları olarak bulunmaktadırlar. 5.000 ila 7.000 arasında değişen sayıda kimyasalın zararlı olduğu bilinmektedir. Zararlı kimyasalların üç bini kanserojen etkili olup, bunların 20-30 kadarı insan kanserojeni olarak tanımlanmaktadır diyor değerli hocam Yılmaz Göksoy ağabeyim.


23.07.2016
OKUR YORUMLARI
Mehlika Filiz Ulusoy
25.07.2016 11:12:00

Abdülkadir Bey,
Hayvan, ineğin ve sütünün kokusuna alışmış olmasın!
Saygılarımla

NİLÜFER DANISKA
23.07.2016 21:57:00

Gerçekten enteresan bir konu. Genetik mühendisleri açısından araştırılması gereken önemli bir vakıa olduğunu düşünüyorum.

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ