A.Kadir ÇAPANOĞLU

A'DAN Z'YE

MUAVİN KONSOLOS NAFİZ HAŞMET TERKEN DÜN ADADAN AYRILDILAR…

Değerli okurlarım! Bu yazım,birilerinin “monşerler” diyerek hafife aldığı dışişleri mensuplarından birisinin hayatından bir kesittir. İlgi ile okuyacağınızı umut ediyorum.

28 Nisan 1951 Tarihli Kıbrıs İstiklal Gazetesi birinci sayfasında şöyle bir haber vardı;



“Türkiye Cumhuriyeti Kıbrıs Muavin Konsolosluğunda beş sene büyük bir başarı ile hizmet gören Sayın konsolos Muavini Nafiz Haşmet Terken. Dünkü T.C. Devlet Havayolları uçağıyla Ankara’ya hareket etmiştir.Tayyare alanında birçok dostları tarafından uğurlanmıştır. Bunlar arasında Kıbrıs Başkonsolosu Sayın Bürhan Işın, Kançılar Yılmaz İkizer, Evkaf Murahhası Kemal Bey, Operatör Dr. Ziya Bey, Varidat Dairesi Şeflerinden Osman Cemal Bey ve daha birçok şahsiyetler bulunuyordu.Sayın Nafiz Terken Ada Türklerinin sevgi ve takdirini kazanmış nazik, mütevazı, iyi kalpli ve çalışkan bir hariciyeci idi. Adamızdan ayrılması Kıbrıs Türkleri arasında bir teessür uyandırmıştır.Değerli ve herkes tarafından sevilen sayılan Bay Nafiz Terken’e Ankara’da göreceği yeni vazifesinde başarılar dileriz.”

Sekizinci göbekten Çapanoğlu torunu olan Konsolos Nafiz Bey, anneannem Leyla Hanımın ağabeyi, benim de büyük dayım idi. 1901 Yozgat doğumludur. 1920 yılında yaşanan talihsiz Çapanoğulları hadisesini en acı şekilde yaşayanlardandır. Çerkez Etem’in Yozgat’ı soyup soğana çevirdiği yakma, yıkma ve yağmalama neticesi elde ne mal ne de mülk kalmayınca yaşamlarını sürdürmek için uzun bir süre çerçilik yapmak zorunda kalmıştır. Kayseri’den aldığı malları eşeksırtında Yozgat’ın merkeze uzak köylerinde satarak geçimlerini sağlamaya çalışır. Bir yandan ticaret yaparken bir yandan da ailenin onuruna bir zarar getirmemek için gittiği köylerde olabildiğince kendini gizlemeye çalışıyordu. 1929 yılında Hariciye Vekâletinin açtığı imtihanı kazanarak 28 yaşındaiken Dışişlerine intisap eder.Sırası ile Suudi Arabistan(Cidde), Rusya (Batum), Kıbrıs (Lefkoşe) ve İran (Rızaiye) da konsolosluk yaptıktan sonra 1956 yılında emekli oldu.

Nafiz Bey’i anlatmaya, kardeşi cennetmekân anneannem Leyla Cerit Hanımefendiden naklen hoş bir anı ile başlayayım.Yozgat’ta delikanlılık yıllarında yolda gördüğü çarşaflı bir genç hanımın endamını çok beğenir ve nerede oturduğunu kimin kızı olduğunu öğrenmek için uzaktan takip etmeye başlar. Genç hanımın kendi evlerine girdiğini görünce çok sevinir. Bu genç hanımın kim olduğunu kolayca öğrenecektir. Adımlarını hızlandırır heyecan içinde kapıdan girince üzerindeki çarşafı çıkarmakta olan hanımın ablası Saadet Hanım olduğunu görünce “ ilahi abla sen miydin?” diye hayıflanır. Yozgat’ta güzelliği ile ünlü Saadet Hanım, dedem Muhlis Bey ile çok küçük yaşta evlendirilir benim babaannem olur. Çapanoğulları hadisesinde yaşadığı heyecanlar ve üzüntüler neticesinde karnına saplanan bir ağrıya yakalanır. Akrabamız Opr. Dr. Cemil Topuzlu Bey, o yıllarda İstanbul Şişli Etfal hastanesinin başhekimidir. Hemen İstanbul’a gelmelerini ister. Burada ihtimamla tedavi görmesine rağmen şikâyetleri geçmeyen Saadet Hanım arkada en küçüğü 5 yaşında (babam) dört çocuk bırakarak 1922 yılında 31 yaşında iken hayata veda eder. Kabri Çapanoğlu Büyük Camii Haziresindedir. (bu üzücü hikaye için bkz. Yozgat Gazetesindeki yazım bir zamanların Yozgat’ı 1- 2- 3)

Büyük dayım Nafiz Terken ’in,kızı veKonsolos Namık Aykaç’ın da eşi olan Sefiremiz İnci Terken Aykaç Hanımefendi Rusya anılarını şöyle anlatmıştı; “Rahmetli Babam İstiklal madalyası sahibi idi. Suudi Arabistan’daki memuriyetini bilemem zira biz daha dünya da yoktuk. Ama Batum’dan itibaren hep babamın yanındaydım. Babam ilk önceleri Batum’a yalnız gitti. Biz o zaman Ankara’daydık. Daha sonra geldi bizi dealdı. İkinci dünya savaşının en yoğun zamanı idi. Bu yüzen önceleri bizi götürmek istememişti.Rusya’da hem rejimin sıkılığından hem de Rusların yarı aç yarı tok durumları ve her gün sokaklarda önünden geçen yaralı Rus askerleri. Yaşanacak bir hayat yok.Sonra iki yıl kadar kaldık. Bu dönemde çok sıkıntılı günler geçirdik. Alman uçakları devamlı bombalıyorlardı. Bahçemiz şarapnel parçaları ile doldu. Sonunda bu olumsuzluklara dayanamayan babam hastalandı. Sinirleri bozuldu, vücudunda ağrılar,gereksiz kusmalar, psikolojik sorunlar başladı.Sanırım, bugün depresyon dediğimiz rahatsızlık belirtileri oldu. Ruslar, babamı Batum’a birkaç saat uzaklıkta ancak varlıklı insanların gidebildiği “TSKALTUBA” isimli kaplıcaya gönderdiler. Annem ve benden iki yaş büyük kız kardeşim Ülker de babamla birlikte gittiler. Biz iki kardeş, bakıcımız Hafize Hanımla evde yalnız kaldık. Babam 15 gün orada kaldı bir parça tedavi oldu. Batum da bulunduğumuz yıllarda ben ilkokula, kardeşim Gonca anaokuluna gidiyordu. Türkçeyi ve din dersini babamızdan, İngilizceyi bakıcımızdan öğreniyorduk. İlkokul tahsilimiz içinde şöyle yapıyorduk. Babam Kars’ta bir ilkokul müdürü ile anlaşmıştı. Mayıs ayında dört kardeş annem ile birlikte Kars’a geliyorduk. Benden büyük iki kardeşimle bu okulda dışardan imtihana giriyor ve sınıf geçiyorduk.

Anaokulunda öğretmen bir gün şöyle bir soru soruyor; Tanrıyı mı daha çok seviyorsunuz yoksa Stalin’i mi? Kardeşim ve diğer çocuklar tabi Tanrıyı diyorlar. O Zaman Tanrıya dua edin size bonbon şekeri göndersin diyor. Onlarda ellerini açıp dua ediyorlar tabi şeker gelmiyor. Bunun üzerine öğretmen şimdide Stalin’den isteyin diyor. Onlar da ellerini açıp aynı şekilde istiyorlar. Birden tavanda bir yerlerden bonbon şekerleri dökülmeye başlıyor. Kardeşim bunu anlatınca her gece kuran okuyacak kadar dinine bağlı olan babam çok üzülmüştü.

Uzun süren dünya savaşından dolayı Rus halkı çok fakirleşmişti. İçinden çerçöp çıkan berbat siyah birekmek dağıtırlardı. Biz çocuklar okulda aç kalmayalım diye Rus parası üç kapik karşılığı bir dilim ekmeğin dörtte biri kadar bir parçanın üzerinde bir parça portakal reçeli ile şimdi ancak hayvanlara verebileceğimiz küçücük kötü birer elma verirlerdi.Ben bunları yiyemezdim. Okulda benim arkamda oturan sarı benizli çok zayıf bir Rus kız çocuğu vardı sıranın altından ona verirdim. Bir gün okula gelmedi. İki gün daha gelmeyince öğretmene sordum. “O kız öldü” dedi. Sonra bütün sınıfı kızın evine götürdüler. Büyük bir resmini çerçeveletmişler. Kardeşim Ülker’le benim elime verdiler. Arkamızda üstü açık bir tabutta kızın ayaklarında rugan ayakkabı, beyaz çorap.Bir beyaz elbise giydirmişler o şekilde gezdirmiştik.

Çok bunalan babam bir akşam yine kuran okuduktan sonra “Allah’ım kurtar artık bizi buradan” diye dua etti. Birkaç gün sonra Merkeze(Ankara’ya) dönmemiz için telgraf emri geldi. Annem üstümüzdeki giysilerimizden başka yedek birer giysi daha alıkoyup kalanların hepsini dağıttı ve biz acele Ankara’ya döndük.

Babam Dışişlerine gidince istifa etmek istemiş. O zamanki Genel Sekreter Numan Menemencioğlu’ydu. Numan Bey babamı çok severmiş. Babam zaten duruş olarak insanlar üzerinde çok etkiliydi. Numan Bey, “bu dört çocuğun lisan öğrenmesi lazım, Türkiye de bunları nerede okutacaksın, ben seni şimdi cennete yollayacağım” demiş. Babamda cevap olarak “beyefendi ben cehennemden geliyorum acaba dünyada cennet diye bir yer var mıdır” diye cevaplamış.“Üzülme sizi Kıbrıs’a yollayacağım” der Numan Bey. 9 Nisan 1945 de biz Kıbrıs’a gittik. O kadar güzeldi ki, hava çok güzel begonviller açmış, hakikaten bir cennet. Kıbrıs’ı çok sevdik. Önce Türk Ayasofya ilkokuluna gittik. İlkokulu bitirdikten sonra biz üç kız kardeş İngilizce öğrenmek için Amerikan Akademi diye bir mektebe gittik. Erkek kardeşim Ülkü de Liseye devam etti. Bizim gittiğimiz okul bir misyoner okulu imiş. Bu okulda Hıristiyanlığı da tanımış oldum. Ben daha 11 yaşında iken orada insana nasıl değer verildiğini, kadınların aşağılanmadığını gördüm. O dönemde bizim kadınlara hiç değer verilmezdi, ikinci sınıf insan muamelesi yapılır bende buna çok içerlerdim. Diplomatların yurt dışında kalış süreleri dört yıldı ama bizim tahsilimiz bitmemişti. Babam Numan Beyden tahsil sonuna kadar Kıbrıs’ta kalmamız için ricada bulundu. Bir sene daha kaldık. İlk defa bir yerde beş yıl kalan diplomat oldu babam. Ama biz altı ay daha kaldık çünkü finallerimiz vardı. 1951 yılı Temmuz ayında Türkiye’ye döndük.

Bir süre sonra Dış İşleri babama İran’a gidermisin teklifinde bulundu. Biz Ankara’da kaldık babam İran’a yine yalnız gitti trenle. Trenle İran’a gitmek için, bir Suriye bir Türkiye tekrar Suriye tekrar Türkiye toprağına girerek Irak’a varılıyor. Sonradan eşim olacak Namık Aykaç’da orada (Irak)diplomat, yenibir hariciyeci, yurt dışına ilk çıkışı. Babamı orada misafir ediyor ağırlıyor. Babam oradan görev yeri olanİran'ın Batı Azerbaycan ilinin merkezi olan Rizaiye (şimdi Urumiye) şehrine gidiyor. O sırada babamın halası Fethiye halamızın eşi Talat Bey Eniştemizde(Acarer) Rızaiye de Başkonsolos.Babamda onun yanına Konsolos Muavini olarak gidiyor. Aslında akraba iki hariciyeciyi aynı yere göndermezlerdi fakat Talat Bey Eniştemize duydukları saygı, babama duydukları güven ve sevgiden dolayı böyle tayin yapılmış. 1953 yılında bizde Rızaiye’ye gittik. Babam İran’da da çok başarılı oldu. Hem İran şahı Pehlevi ailesi ile hem de Şahın çekindiği bir beylik olan Serdar Sarayı ile çok iyi ilişkiler kurmuştu. Serdar Sarayının sahipleri İran’ın çok varlıklı ve güçlü bir ailesiimiş. İran Şahı Muhammet Rıza Pehlevi’nin babası Rıza Pehlevi’nin yıllar önce Serdar Sarayını basıp, yağmalayarak kırk deve yükü altın kaldırdığı söylenirdi. Biz Rızaiye ye gittiğimizde Serdar Sarayında da ailecek ağırlanmıştık. Taksi değil de taksi ile minibüs arası bir araç bizi Rızaiye den alıp tekrar Rızaiye ye bırakmıştı.Ankara’da okulların açılmasına yakın bir zamanannem kardeşlerimi alarak Ankara’ya döndü. Ben 17 yaşında bir genç kız babamla birlikte İran da kaldım.Babam bana “ sen burada kalacaksın bana bakacaksın” dedi.

Aynı yıl Kasım ayında da Talat Bey eniştemiz Ankara’ya döndü. Bundan sonra yalnızca babama bakmak değil konsoloslukta birçok iş ile de ben ilgilenmek zorunda kaldım. Davetlerle, toplantılarla ben ilgilenmek mecburiyetindeydim… Titizliğim nedeniyle konsoloslukta çalışanlar bana isim takmıştı “iş beğenmez guççük hanım”. Okul yok, eğitim yok, çok sıkılmıştım, okumak tahsilime devam etmek istiyordum. Sonra bana bir okul bulundu. Bir Fransız mektebinde Şah’ın akrabası bir hanımla bana Fransızca öğretecek bir sınıf açtılar. Fransız hoca şaşırdı sekiz günde ben Fransızcayı nasıl öğrenmiştim, ama ben günde on saat Fransızca çalışıyordum. Tahranda yapılan bütün toplantılara babam artık beni de götürüyordu çünkü artık Fransızca biliyordum. Tahranda Firdevs otelinde yüzümün akı ile yabancı diplomatlara bir davet verdik.

1955 yılı Temmuz ayında okullar tatil olunca annem benden küçük kardeşim Gonca ile birlikte Rızaiye’ye geldiler. Eylül başında benim Gonca ile birlikte Ankara’ya dönmem uygun görüldü. Ben 18’ime yeni girmişim kız kardeşim 16 yaşında. Babam bizi bir otobüse bindirerek Rızaiye den Erzurum’a gönderdi. Oradan da trenle Ankara’ya gideceğiz.Konsolosluğun aşçısı yolda yiyelim diye bir sürü börek çörek yapmış ama yemek ne mümkün. İçinde büyük büyük tanımadığımız adamların bulunduğu bir otobüsle biz hududa geldik. Babam huduttaki müdüre verilmek üzere bana bir mektup vermişti. Mektubu verdim. Müdür yanımıza bir polis verdi. Bu polis bizi Erzurum’a götürecek. Oradan bir otobüse bindirildik Ağrı dağının yanında bir otele geldik, poliste yanımızda. Otelde kalacağız ama polis nerede yatacak. İçerde bizim yanımızda mı dışarda mı? İçeriye alsak sanki daha emniyette olacağız. Polis dışarda kalırsa camdan birisi girebilir mi? Mecburen polisi içeri aldık. Biz iki kardeş elbiselerimizle bir yatağa sığındık sabaha kadar gözümüzü kırpmadık. Polis şapkasını yüzüne kapatıp sabaha kadar horulhorul uyudu. Sabah erkenden kalktık yüzümüzü yıkadık, yanımızdaki yiyecekler olduğu gibi duruyor. Polis, babacan bir polisti, getirdi bizi Erzurum istasyonuna bıraktı ama biz bilet nasıl alınır bilmiyoruz. Ben Fransızca biliyorum ya, 80 yaşlarında orada ne aradıklarını bilemediğim iki Fransız hanımda bizim peşimize takıldı sanki ben bir adammışım gibi. Fransız Hanım “ ne yapacaksak beraber yapalım” dedi. Birisine soralım nasıl bilet alınıyor dedim. Neyse bilet alınacak yeri bulduk, adam demez mi “tren dört gün sonra”. Kasım ayının ilk haftası sırtımızda birer kalın ceketle biz dört gün nerede kalacağız. Ankara da ki günlerimizde Kavaklıdere’den Kızılay’a göndermeye çekinen babam,biri 15 öbürü yeni 17 yaşını bitirmiş iki kızını kimseye emanet edemeden İran’dan Ankara’ya gönderiyordu. Ah bu emekleri hiç ödenemeyecek çilekeş devlet memurları ve onların çilekeş eşleri ve çocukları.

Devamlı düşünüyordum Allah’ım ne yapmalıyız? İstasyon müdürü vasıtasıyla Vali Bey’e ulaşmayı düşündüm. Birden arkamızda Alkopon kılıklı bir adam belirdi. İri yarı 1.90 boyunda saçları sıfır numara. “Siz kimin kızlarısınız” dedi. “Konsolos Nafiz Bey’in kızıyız” dedim. “Siz ikiniz buralarda ne yapıyorsunuz” dedi. “İran’dan geliyoruz Ankara’ya gideceğiz, Vali Bey’i arattıracağım” dedim. Adam “İran’da Talat Bey vardı tanır mısınız” dedi. “Evet, benim eniştem olur” dedim. Birkaç isim daha sordu sonra “böyle vali ile filan otel odalarında olmaz hadi bakalım ben sizi eve götürüyorum” dedi. Başka çaremiz yoktu bu şansımızı denemeliydik. Fransız hanımları bırakıp adamın peşine takıldık ama yine de ayaklarım geri geri gidiyor. Adamın karısını görmeden eve girmem diyerek kendimi biraz ferah tutmaya çalışıyorum. Adam da valizlerimizi aldı gidiyor. Sonra bizim tedirginliğimizi farketti, “Çocuklar korkulacak bir şey yok korkmayın rahat olun ben yabancı değilim” dedi. Eve gidince kapıyı açtı Şefika diye seslendi “bak sana kimleri getirdim Talat Bey’in yeğenleri ” dedi. Şefika Hanım yere oturmuş börek açıyor, hoş geldiniz kızlarım diyerek güler yüzle karşıladı.“Birsen” diye seslendi, yukardan da güler yüzlü güzel yüzlü çok tatlı bir kız indi. Hemen bize yemek hazırladılar. Bende” bu çantanın içinde hepimize üç gün yetecek yiyecek var” dedim. O günde onların gece misafirleri varmış. Birsen, size yukarda yatak hazırladık siz çıkın yatın dedi. Çıktık, yatak yorgan kuştüyü... İran’dan çıktığımızdan beri bir şey yiyemiyor devamlı kusuyordum. Birsen’e bana bir lazımlık ver ben devamlı kusuyorum yatağınızı yorganınızı kirletmeyim dedim. Tertemiz hiç kullanılmamış bir lazımlık getirdi. O gece ilk defa derin ve huzurlu bir uyku uyudumBu evde dört gün kaldık. Şefika Hanım bak kızım Ankara’ya gidince yalnız eve gideceksin senin kemiklerin çıkmış diye bana kızdı. Bizi yedirdiler içirdiler sabahları sütle yumurta ile beslediler. Dördüncü günü tren geldi. Şefika Hanım, Birsen filan hep birlikte istasyona geldik. Yanıma bir paşa geldi. Küçük Hanım dedi “sen Konsolos Nafiz Bey’in kızıymışsın, benim 15 yaşında bir kızım var Ankara’ya gidecek sana teslim edebilir miyim” dedi. Benim kardeşimde 15 ini bitirdi, şimdi 15 yaşında iki kız bana emanet ediliyor, ya ben neyim ki? Kuşetlide ben en üstte, Paşanın kızı ortada düşmesin diye kardeşim en altta iki gün ama sanki yıllar süren bir yolculuktan sonra Ankara’ya geldik. Beraberimizdeki kızı İstasyondakarşılamaya gelmişler. Başımızdan geçen bunca hadiseden kazandığım tecrübe ile kızcağıza karşılamaya gelenleri tanıyıp tanımadığını sordum. Tanıyorum akrabalarım deyince kızı onlara teslim ettim. Karşılarında sadece üç kız görünce onlarda şaşırdılar. Bizi karşılamaya gelecek kimse olmadığından hayatımızda yalnız başımıza ilk defa taksiye binerek kimsenin olmadığı evimize geldik.

1955 yılında babamlar tekrar merkeze, Ankara’ya döndüler.Babam aynı yıl bir kalp Krizi geçirdi. Kendini yorgun hissediyordu, emekliliğini de kazanmıştı. 1956 yılında Numan Menemencioğlu’ndan artık görevden affedilmesini isteyerek istifasını verdi.”

Nafiz Bey yaşadığı bütün bu olaylardan çok acı dersler çıkarmıştı. Her yaz sadece kendisi,ikamet ettiği Ankara’dan Yozgat’a gelirdi. Tenekelerle gaz yağı, kutularla kesmeşeker, yine kutular dolusu beyaz mum alır bunları Necip ağanın at arabasına yükletirdi. Her şey hazır olunca kız kardeşi anneannem Leyla Hanım ve biz iki çocuk (ben ve kardeşim Haluk) olduğu halde Ahmet ağanın Faytonuna biner, arkamızda Necip Ağa ve arabası, Köseyusuflu köyüne giderdik. Daha önceden muhtara haber gönderdiğinden babası Haşmet Bey’in mezarının bulunduğu Abdullah ağa caminin önünde toplanan ihtiyaç sahibi köylülere bu malzemeleri dağıtırdı. Sonra sessizce babasının kabri başında kuran okur, akşama doğru Yozgat’a dönerdik. 22 Mayıs 1973 günü Ankara’da yine kalp krizinden vefat etti. Vasiyeti üzerine Köseyusuflu köyündeki babasının koynunagömüldü. Mekânı cennet kabri nur içinde olsun.

Bu gün 79 yaşında olan İnci Terken Aykaç; Ankara da çok geniş sosyal çevresi ile değişik derneklerde aktif olarak çalışıyor, üniversite tahsili yapan dört gence burs veriyor.

08.07.2016
OKUR YORUMLARI
Adınız ve Soyadınız
09.07.2016 16:27:00

Sizle ilgili yazılarınızı okurken yakın tarihimize de ışık tutarak bizleri bilgilendirmeniz mükemmel. Teşekkürler ediyorum. Sağlıkla ve sevgiyle kalın

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ