A.Kadir ÇAPANOĞLU

A'DAN Z'YE

GERÇEK BİR AŞK ÖYKÜSÜ

Değerli okurlar, bu yazımda yurt dışında yaşayan bir arkadaşımın gönderdiği, pek bilmediğimiz bir aşk ve hayat hikayesini satırına dokunmadan sizinle paylaşmak istedim.

Dede Bağdat kadısı, babası, padişah tarafından atanan Heyet-i Ayan azası’ydı.

Çamlıca’da uşaklı, bahçıvanlı, muhteşem bir köşkte yaşayan, oturmasını kalkmasını, ecnebi lisanları bilen, yakışıklı bir delikanlıydı.

Yüksek tahsil için İskoçya’ya gönderildi. Ve Londra’da bir partide gördü onu... Güzeller güzeli İngiliz genç kadın, şahane gülümsüyor, etrafına ışık saçıyordu. Vuruldu, âşık oldu.

Gözler her şeyi anlatır derler ya, belli ki, hisleri karşılıksız değildi. Zaten, zarif birkaç kısa cümleden oluşan sohbet sırasında mesajı almış, genç kadının her gün Hyde Park’ta at gezintisi yaptığını öğrenmişti. Sabahın köründe, soluğu Hyde Park’ta aldı.

- Aaa ne tesadüf. Karşılaştılar. Birlikte at bindiler, yemek yediler, muhabbeti ilerlettiler. Rüya gibiydi. Rüya gibiydi ama, uyanması da vardı.

Öğrenimini tamamlamış, yurda dönmesi gerekiyordu.

Kalsa olmaz, bıraksa hiç olmazdı.

Pat diye, “benimle evlenip Türkiye’ye gelir misin?”deyiverdi.

Genç kadın sevinç çığlığı attı, coşkuyla boynuna sarılıverdi. Sonra... Az geri çekildi. Oturdu ve boynunu bükerek, "hayatta en çok istediğim şey bu ama, maalesef imkânsız, Jack var. " dedi.
Adam: “Jack de kim?“ diye sordu.

Genç kadının ailesi tiyatrocu idi, oradan oraya turneyle dolaşan kumpanyaları vardı.

Babası ölünce, annesi bir adamla Avustralya’ya kaçmış, kızını anneannesine bırakmıştı.

Anneanne, ne yapsın, torununu acilen başgöz etmiş, savaşa giden damat, kim bilir nerede ölüp, geri dönmemiş, ardında, henüz 16 yaşında hamile bir dul bırakmıştı. Jack; genç kadının oğluydu.

Delikanlı dinledi, dinledi, önce sıkı sıkı sarıldı, sonra, “hiç sorun değil, oğlumuzla gideriz” dedi.

Orient Express...

Ver elini İstanbul.

Delikanlı hiç sorun değil demişti ama, sorun büyüktü. Esir şehrin insanlarıydı İstanbul... Mustafa Kemal Bandırma vapuruna binerken İngiliz gelinin, İngiliz işgalindeki kâbusu başlıyordu.

Dedim ya, işgal yıllarıydı, herkes herkese şüpheyle bakıp, memleketi satanları mimlerken...

Faytona binip, köşke geldiler. "Aman efendim hoşgelmişiniz sefalar getirmişiniz" diye kucaklaşma beklenirken, “nerden bulup getirdin bu gâvuru” dedi, delikanlının ailesi!

Memleket İngiliz süngüsü altında inim inim inlerken, İngiliz gelin olacak iş değildi yani...

Aşklarına sığınıp, göğüs gerdiler. Sevdiği Adam uğruna, Kara çarşafa bile girdi İngiliz gelin. Müslüman oldu, Nadide adını aldı.

Kaderin cilvesi mi desek, ne desek?...

Mustafa Kemal Bandırma’ya binerken İstanbul’a inen bu genç kadının nüfus kâğıdına, doğum yeri olarak Bandırma yazıldı...

Çünkü, nüfus memuru doğum yerinin Londra olduğunu gördü, Londra-Mondra olmaz, olsa olsa Bandırma’dır diye kaydetti!

Memleket kurtuldu, cumhuriyet kuruldu. Hariciye’ye giren delikanlı, Lozan’da İsmet İnönü’nün özel kalem müdürü oldu. Şak, kanun çıktı, "hariciyecilerin eşi ecnebi olamaz"... İnönü, pek beğendiği delikanlıya kıyamadı, "Boşan, birlikte yaşa, mesleğine devam et" dedi.

Delikanlı, bu teklifi hakaret olarak Kabul etti. "Benim için ailesini, memleketini, dinini terk eden eşime bunu yapamam, mesleğimden vazgeçerim, aşkımdan asla...” dedi.

Bastı istifayı, ıvır zıvır işler yaparak, evini geçindirmeye çalıştı.

Hayatları kaydı. Önce eldeki avuçtaki bitti, sonra gümüşler satıldı, ardından köşk gitti... Dımdızlak kaldılar. Kiraya çıktılar. Tükene tükene, gecekonduya kadar düştüler.

Çocukları olmuştu. Saracak bez yoktu. Çarşafları yırttılar. Bir eli yağda bir eli balda doğup büyüyen delikanlı, eşinin hiç sızlanmadan dimdik duruşunu gördükçe, yeniden âşık oluyordu ama, kahrından alkole dadanmıştı. Çalışamaz hale geliyor, daha çok sefalete sürükleniyorlardı.

Hayatlarında eksilmeyen tek kavram, mutluluktu. Mutluydular.

İngiliz anne, adı gibi, hakikaten Nadide’ydi...

O kör kuruşa muhtaç hallerinde bile, hastaneden atılmış iki çocuklu bir kadına evini açtı, sokakta dilenen bir nineye kendi yatağını verdi, aylarca baktı, yıkadı, pakladı, komşuların fısır fısır dedikodusuna aldırmadan, kaçak olarak yaşayan, dara düşmüş bir Fransız’ı sofrasına oturttu, çocuklarına kuru ekmeği paylaşmayı öğretti.

Bir gün...

İngiltere Elçiliği’nden görevliler geldi, nasıl duydularsa duymuşlar, “Çocuklarını al, İngiltere’ye dön, eğitimlerini üstlenelim, sosyal güvencen olsun” dediler Nadide’ye...

Kapıdan kovdu!

"Eşim Türk, çocuklarım Türk, burada babalarının yanında yaşayacaklar, ben de onların yanında öleceğim, benim için hayatını feda eden eşimi, paraya değişmem" dedi

İki millet, iki devlet, iki din arasında perişan olmuşlardı ama, aşkları sapasağlamdı.

Üstelik...

Cumhuriyet de sapasağlamdı. O dönemin Cumhuriyet’i, şimdiki gibi sadece parası olanlara değil, gariban ailelerin çocuklarına da fırsat eşitliği sağlıyor, okumaya niyetleri varsa, okutuyor, üniversiteyse üniversite, konservatuvarsa konservatuvar, yeteneğin önünü açıyordu.

Delikanlı, delikanlı gibi yaşadı, öldü. Nadide zatürreeden vefat etti, hayatının en çetin günlerini yaşadığı İstanbul’da, kızının evinde...

En çok kızına güvenir, en çok küçük oğlunu severdi.

Civanmert olan bir Türk erkeğine aşık olup en zor şartlarda yaşamına ve kaderine eşlik eden koca yürekli (gavur denilen aslında abide olan) o cesur ve onurlu kadının kızı YILDIZ, oğlu ise MÜŞFİK KENTER idi.


24.09.2018
OKUR YORUMLARI
Mahmut erdem
29.09.2018 19:07:00

Hocam yaşam o kadar kutsalki içerisinde VAR ettiği güzellikleri ayrıştırmaz ama biz insanız diyemeyenler bu yaşamı altüst etmekteler umarım bu güzel yaz diziniz bizlere rehber olur, saygılar.

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ