Çocukluğumuzda sık kullandığımız bu sözcük nereden geldi aklıma bilmiyorum. Hemen Google hazretlerine sordum. “ Hakkı olmayan bir şeyi kendisine mal etme, çalma, Türk Dil kurumuna göre de, kendinin olmayan bir şeyi alıp cebine atma, karşılıksız olarak elde etme, kolayca kazanma, hırsızlama, çalma anlamlarında uydurma bir sözcük diye yazıyor.”

Yine sordum Google hazretlerine” bu konuda ne biliyorsun?”

Dedi ki “mesela eski başbakanlardan Süleyman Demirel’in Hacı kardeşi Şevket Demirel’in oğlu Yahya Demirel’den başlayalım. 1975 yılında yurt dışında aslında olmayan bir firmaya 20 milyon liralık ihracat yapmış gibi göstererek devletin parasını cebellezi etmişti. Hayali ihracat deyimini Türkler ilk kez duymuştu. Cezaevinde yatıp çıktıktan sonra yurt dışına kaçtı” dedi.

Başka cebellezi var m diye sorumu yineledim? Başladı sıralamaya. O kadar uzun bir liste ki hepsi de tanıdık. “Aman gardaşım dur dedim, ben bunları yazarsam başım belaya girer ki hem de nasıl. Şimdilerde hırsıza hırsız demek bile suç. Hatta din için yaparsan sevabı bile var diyorlar. Sen bana başka hikâyeler anlat.” O zaman şunu yaz” dedi.

Baktım başlığında Tercümanı Ahval yazıyor. “Tercüman-ı Ahval”, dedemiz İlk Türk Gazetecisi Çapanzade Agâh Efendinin gazetesi. Hemen açtım gördüm ki isim benzerliği ama içindeki hikâye hoşuma gitti. “İşte bunu okuyucularımla paylaşabilirim teşekkür ederim” diyerek yazarını bulamadığım bu hikâyeyi biraz özetleyerek sunuyorum.

-“Fatih İstanbul’a nasıl girdi” kılkuyruk?
-“Bilmem abi, nasıl?”
-“Akşama açalım bir köpek öldüren(şarap), orada anlatırım.”
-“Nasıl olacak abim o?”
-“Sıra sende, artık bulacaksın bir yol.”
-“Nasıl bir yol abicim?”
-“Camiye toplanandan cebellezi edeceksin bir yirmilik.”

Nasıl çalarım camiye toplanan parayı? O kadar aşağılık mı görünüyorum? Üzüm üzüme baka baka kararır. Adam bilge görünmüştü gözüme, şimdi şeytanlaştı birdenbire... Tamam, düştük ama o kadar değil.

İçimde çatışma, bir ses acımasız, ifsat edici telkinde. Çalınca nolur, içinden bir yirmilik ne var? Hizmet mi aksar, toplanan binlerce liranın tutanağında eksik bir yirmi lira! Camilerde hiç fakir biri için, ihtiyaç sahibi gerçek kişi için para toplandığını gördün mü? Varsa yoksa cami, müftülük, Kuran kursu, imam evi, caminin elektriği, kliması, tamiri? İnşaat dışında insana dokunacak bir yardım çağrısı yapılır mı? Mabet var insan yok. İbadet eden mi önemli yoksa bina mı? Allah’ın evine herkes yardım eder. Ya sana? Şarap parası, nerede? Şeytanla pazarlığa girince ne isterse vereceksin.

Allahtan kork! Kuruş kuruş, lira lira toplanan halkın yardımı ile inşa edilen caminin, kursun ihtiyaçları ile senin şahsi hevesin bir mi? Üstelik şaraba yatıracaksın. Almasan ne olur, kalp pili mi bu, diyaliz parası mı? Ardı önü köpek öldüren!

İradem tutkunun peşine takılacak, niyetinden pes etmeyecek, asla terk etmeyecek. Sanki bir kazana düştü, kaynıyor. Ateş mi yakıcı, tutku mu? Bağımlılık mı? Kim daha fazla bastırırsa galip o olacak. Yirmi lira dediğin nedir ki? Naylon bir takke, iki adet tespih parası. Varsın camide iki tespih eksik olsun, parmakları ile saysın ne olur? Başaçık kılsa kabul edilmez mi?

En sonunda tespihin ipleri koptu içimdeki. Bak içimdeki o tel de koptu.

“O para ile alacaksın. Ne kadar tutkulu olduğunu gösterecek! Böyle bir eylemi göze alabilecek misin bakalım! Yoksa bırak bu ayakları. Aramızda yerin olamaz!”

Yüzüm katılaşmış, ağzım kenetlenmiş, bakışlar üzerime kilitlenmişti.

Her yerim ağrıyordu. Uzun süren bir hastalığın nekahetinde gibi. Ruhumdaki bütün boyalar kavladı, yerlere dökülmeye, çinileri düşmeye başladı. Camiyi çürümüş sebze kokuları sardı, elbiseme cadde çamurları, elime yüzüme köpek pislikleri bulaştı.

“Nasıl çalacağım o parayı, hem de hayır için bağışlanan?”
“O senin sorunun!”
Gözümü hırs bürümüştü, inat da bir murat. Son gemiyi terk edemem. Dostların, kafa dengi arkadaşların arasındaki. Buradan da kovulursam, sonu karanlık.
“Bekleyin beni burada!” dedim.
Ter şakaklarımdan ağzıma tuzlu tuzlu akıyor, ete ulaşan kedi gibi yalanıyordu, dudaklarım.
Günlerden Cuma. Ulu Camiye gideceğim. Kalabalık her günahı saklar, suçlara bir imkân tanırdı.
Vakti iple çektim. Sinir, heyecan, tutku, gerilim, vicdan azabı arasında kıvranırken. Taç kapıdan geçtim, asil duygular taşımadan. Başımda taç yoktu, yakalanırsam belki o da olurdu. İsa’nın dikenli tacı.

Cumayı zar-zor kıldım. Ne vaazdan ne hutbeden bir kelime. Hâlbuki cami uhrevî bir koridor gibi uzanmıştı, girerken önümde. Zihnim parayı nasıl yürüteceğimi düşünmekten kısa devre yapacak neredeyse. Yürütmeyi durduracak meleklerin hiç biri yok sağımda. Aklım harıl harıl faaliyette, çalma stratejisi, plan ve projelerinde. Namazım zaten ifsat olmuş, beni bir hayra iyiliğe, aşkın bir duyguya taşımaktan uzak, eğilip kalkıyorum. Burnumu sürtüyorum halılara.

Kendimi tanıyamaz oldum. Son zamanlarda çoktandır özlemini çektiğim dostlar arasındaki öz ülkeme ulaşma azmindeydim. Karar da almıştım. Karışma, karıştırma, isteme, bekleme, umma, arzulama. Her rüyada bu kararın takacağı kanatları bekliyordum. Rüyadayım demek bir iddia imiş. Kâbus bu. Gözlerim kapalıydı bütün o camideki süre boyunca. Baktığım yeri kirleteceğim gibi bir tiksintiyle sıkı sıkıya kapatmıştım gözlerimi. Kendimi, çevremi, ülkemi, yakacaktı bakışım.

Cumanın farzını kıldıktan sonra “zühri ahir”e(*) kalmadım. Benimle birlikte fırlayan güçlü Müslümanlar. En kalabalık anı budur dışarı çıkmanın. Yoğunluk oldu, kapı bile tıkandı. Dışarıda alçak bir masaya konulan mukavva kutuda Allah rızası için para toplayan bir görevli.

Oyalanıyorum da yavaşlatılmış adımlarla. Kutuda para toplansın biraz. İlk fırsatta camiyi terk edenler çoğunlukla genç. Boş geçen olmadı nedense. Benim gibi çulsuzlar başını başka yana çevirip gitse de.

Bugün ben de sıradayım. Ayırdığım üç demir lira elimde. Onları atıp ses çıkaracağım, bu arada kutudaki yirmiliği el çabukluğu ile avucuma sıkıştırıp tüyeceğim. Ellerim ateşe daldırılmış gibi. Demir liralar yakıcı. Elimin ayasını delip düşecek. Sıktıkça yakıyor.

Ter ağustos sıcağı gibi fışkırıyor bedenimden. Çarpılmaktan korkuyorum bir yandan. Allah’ın evine toplanan parayı yürütmenin, azabı. Bir yandan da farkına varırsa, linç eder cami cemaati diye bir korku. Korku ve azap el ele vermişler; içimde sarmaş dolaş. Ayaklarım da dolanıyor birbirine. Düşmeden ulaşsaydım bari kutuya.

Bu ilk dalgaya katılmayıp sonraya mı kalsaydım? İçerde zühri ahiri kılanlar daha çok yaşlılar. Onlar hem çevik değil hem daha merhametli ve anlayışlı. O yaşa kadar neler gördüler, insana dair.

Gençler öyle mi ya? Vur deyince öldürürler alimallah. Allah için benim gibi gafilleri dövmeyi ibadet bilirler. Linç etmeyi. Elleri sert, yumrukları can alıcı.

Yaklaştım yardım kutusuna, elimde demir paralar, gözüm kutuda. Köşede bir yirmilik gördüm. Yeşil. Cennet vaadi gibi ışıladı gözüm. Heyecanım gözlerimin parlamasından anlaşılacak sanki. Parayı diğer paralara çarptırarak yukarıdan atıp daldırdım, elimi. Köşeden kaptım yirmiliği, sıktım avucumda. Canı çıkacak kadar sert tutuyorum; köz gibi yakıyor. Neredeyse tutuşacak ve herkes görüp anlayacak yaptığımı.

Daha kimseye bakmadan topukladım hemen. Yiğitliğin onda dokuzu toz olmak. Başarılı hırsızlık kısa sürede işini bitirip kalabalığa karışmakla mümkün. Herkesin gözünde dolar işareti, benimkinde siyah bir şişe. Şehvet gibi, tutku gibi.

Koşuyorum, tabana kuvvet. İbadetini eda etmiş mutmain bir mümin kanadıyla. Dostlara doğru uçuyorum.

Camiden uzaklaşınca rahatladım biraz. Geriye baktım, peşimden koşanlar yok, ‘tutun şu namussuzu!’ diyen de. O hızla devam etsem biraz daha, tık nefes kalacağım. Yavaşladım. Öyle diyor ya psikiyatrlar. “Yavaşla” diye. Gerçekten haklılarmış, yavaşlayınca huzur buldum.

O eski yerde duruyor abim. Dostum. Alnımda ter, içimde coşku, bakışlarımda özgüven. Sakinleşmek rahatlattı bedenimi. Aklım da avdet etti başıma.

O an aydım hemen. “Dostluğu yanlış yerde arıyorsun, sözünde durmayı.”

Bırak şimdi vicdan azabını. Toplanan paralar n’olacak? Yüzde on toplayana. Yüzde on beş müftülüğe. Yüzde on il müftülüğüne. Geri kalan Diyanet Vakfına!

Şaraba da nasip olsun arada. Hiç mi ehl-i keyif yok cemaat arasında. Tekeli zengin edenler. Say ki onların yardımı ulaştı bize. Şarapla birlikte yudumladım. İçimde yeniçeriler nara salıp kılıç-kalkan vuruyordu. Başarı akşamki muhabbetin devamını sürdürmek.

-“Afferim lan kılkuyruk. Kedi olalı bir fare tuttun!”

İşte, dostlar arasına “İstanbul’a giren Fatih gibi yürümek”, böyle bir duyguymuş.

(*) Zuhr-i âhir namazı, Cuma namazının ardından ihtiyâten kılınan, o günün öğle namazının farzı demektir.

05.04.2019
OKUR YORUMLARI
Oğuz Karlı
07.05.2019 13:10:00

Çok güzel bir hikaye ve de günümüzle o kadar örtüşüyor ki. Kutlarım.

Aytekin Güven
08.04.2019 23:23:00

Hikayenin sonunu merakla okudum. Sonunu çok iç açıcı göremedim de cebellezi yapanların hikayeleri hep camilere gidenler üzerinden anlatılır oldu. Aslında bu ülkede ne çok çalıp çırpanlar oldu. mesela, denizgezmiş bankaları soyup soğana çeviriyordu. Neyse ki bu garibanda Allah korkusu olduğundan vicdan azabı çekmiş. Acaba Allah korkusu olmayıp da parayı yüküyle çalanlar bu kadar acı çektiler mi?

Tarafsız ve ders verici hikayeler okumak dileğiyle

Hüsnü Aydoğdu
05.04.2019 20:07:00

Sayın Çapanoğlu,

Çalmanın en tehlikelilerinden biri olan gizlice ya da kılıfına sokarak aşırma gibi bir olayı (cebellezi daha genel bir anlam içersede) güzelce anlatabilen bir örnek bularak bizimle paylaşmışsınız.

Atalarımızın da bununla ilgili her şeyi tek cümlede anlatan güzel bir sözü var: Hırsız evden olursa mandayı bacadan aşırır.

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ