A.Kadir ÇAPANOĞLU

A'DAN Z'YE

BİR KIŞ EĞLENCESİ

Değerli okurlar, kış geldi havalar soğudu, Yozgat’ta ve gurbette Arabaşı ziyafetleri başladı. Sosyal paylaşım sitelerinde hemşerilerimiz Arabaşı sofraları resimleri yayınlamaya başladılar. Ama bir folklorumuz daha vardı “TELTELİ”. Sanki unutulmuş.

O yıl Ramazan kış’a rast gelmiş kar yine epey fazla yağmıştı. Annemden altı yaş büyük teyzem, aile büyüklerimize bir iftar yemeği hazırlamıştı ve epeyce kalabalık olarak toplanmıştık. Eniştem Fevzi Olgun, bir süre savcılık da yapan Yozgat’ın ünlü Avukatlarındandı ve yedirmeyi içirmeyi çok severdi, nur içinde yatsın. İki katlı evleri, Saathaneden aşağı doğru inen caddenin aşağı yukarı tam ortasına isabet eden mevkide ve caddenin sağ yanındaki Yozgat’ın eski garajının karşısında idi. Teyzem, kayınvalidesi ve yardımcısı ile güzel bir iftar sofrası hazırlamıştı. Evde, üstünde radyosu, alt tarafında sürgülü pikabı olan mobilyalı bir müzik dolabı ve 78 devirli taş plakları vardı. Ben birazda bilgiçlik taslayarak hemen açıp Zehra Bilir’in çok sevdiğim “Ha bu diyar” plağını koydum. Babam, büyükler varken ayıp bir şey yaptığımı hissettirmek için bana bakarak dudaklarını ısıran bir hareket yaptı ama plak dönmeye başlamıştı bir kere, bende keyfini çıkarmaya başladım.

Ha bu diyar ha bu diyar
Ha bu di ha bu di ha bu diyar

Eledir oğul eledir
Şimdiki zaman beledir
Almış yâri koynuna
Hem öpir hem söyletir

Ha bu diyar ha bu diyar
Ha bu di ha bu di ha bu diyar

Irmak susuz olur mu
Dibi kumsuz olur mu
Doğru söyleyin dostlar
O yar bensiz olur mu

Ha bu diyar ha bu diyar
Ha bu di ha bu di ha bu diyar

Gece çıktım ayaza
Sarıldım bir beyaza
Ele bir yar sevmişem
Hem okuya hem yaza

Ha bu diyar ha bu diyar
Ha bu di ha bu di ha bu diyar

İftardan sonra büyükler hep birlikte Çapanoğlu Büyük Camiine gittiler. Teravi namazlarını kılıp tekrar eve geldiler. Sık sık yapıldığı gibi o gecede hanımlar telteli yapmak için hazırlık yapmışlardı. Yani gecenin sürprizi telteli idi ve gecemiz bununla son bulacaktı.

O vakte kadar fincan oynayalım dendi. Fincan oyunu bir tepsiye ters kapatılan ve tepsinin büyüklüğüne göre takdir edilen 7-9-11 adet fincan ile oynanır. Oynamak isteyenler iki takım oluşturur. Önce İki takımın liderlerinden birisi, göstermeden tepsiye iki fincan ve birisinin içine bir alyans koyar. Öbür takımın lideri fincanlardan birini kaldırır. Alyansı bulursa o takım ebe olur. Bulamazsa öbür takım ebe olur. Ebe olan takım, diğer takım görmesin diye başka bir odada veya biraz uzakça bir köşede tepside ters çevrilmiş fincanlardan birisinin içine alyansı saklar ve diğer takımın bulması için getirip masa üstüne bırakır, kenara çekilirler. Diğer takımın oyuncuları birbirlerine danışarak fincanları birer birer açmaya başlarlar. Ebeliğin onlara geçmesi için ya ilk açtıkları fincanda ya da en son açtıkları fincanda yüzüğü bulmaları gerekir. İlk fincanda bulamazda daha sonra ki bir fincanda bulurlarsa açılan fincan sayısı ebe takım lehine sayı olarak kaydedilir. Oyunun bitişi, takımlardan birisinin kararlaştırılan bir sayıya ulaşmasıyla son bulur.

Yeri gelmişken güzel bir fıkrayı anlatmadan geçmeyelim. Bir kral, şahbazını (doğangiller familyasından çok büyük, iri ve geniş gövdeli yırtıcı bir kuş) öldüren bir avcıyı yakalatıp zindana attırırken derki: "Yarın halkın huzurunda hipodromun ortasına bir masa koyacağım. Masanın üstünde iki tane kapalı fincan olacak. Fincanların birinin altında ölüm yazacak, birinin altında yaşam. Kaderini kendin seçeceksin artık!" O gece gözüne uyku girmeyen avcı, prensesin sesiyle uyanır. "Babam iki fincanın da altına ölüm yazdıracak!" Bunu duyan avcı sevinip hemen uykusuna dönmüş. Ertesi sabah avcı, tıklım tıklım hipodrom meydanına getirilir. Sahanın ortasındaki masaya doğru yürüyüp gelir dimdik masanın başında durur. Bir eliyle fincanlardan birinin üstünü kapar, öbür eliyle uykulu gözlerini ovuşturup haykırır "Kaderimi seçtim kralım! Açın öbür fincanı!"

Fincan oyunu mutlaka bir ödül için oynanır ve oyuna başlanırken de nesine diye sorulur. Bir kış eğlencesi olduğundan çoğunlukla “telteli”sine diye kararlaştırılır. Oyun sırasında heyecan had safhada olduğundan oyunculardan birisi fincanlardan birini açmak için elini uzattığında çoğunlukla ekiptekiler “onu elleme” diye bağırabilir. Açarsın açmazsın bağrışmaları içinde cesaretle davranıp atak oynayanlar ve ona şiddetle muhalefet edenler yüzünden bu bağrışmalar had safhada olur. Bu yüzden oyun sırasında farkında olmadan çok gürültü olur. Yüzüğü saklayan ekip heyecanın doruğa çıktığı bir sırada muziplik olsun diye hazırladığı tepsiye yüzük koymadan da getirebilir. Normal olarak fincanlardan birisinde yüzük olduğunu sanan diğer ekip oyuncuları yine aynı heyecanla, “onu elleme”, “sakın bunu açma”, “ben biliyom valla bunun altında”, “bunu en sona bırakın” gibi haykırışlarla bağıra çağıra fincanları açarken öbür ekibin oyuncuları kıs kıs gülerler. Son fincana kadar boş fincanları açan ekip, son fincanda yüzüğü bulmanın sevinci ile havalara sıçrarken boş fincanın açılmasıyla çok kötü hayal kırıklığına uğrarlar. Şimdi apartman dairelerinde bu oyunu oynasak etrafı rahatsız etmeyelim derken pek zevki olmaz. Bu gece de dayım uzun kollarını bir kanat gibi açıp her gelen tepsiyi egemenliği altına alıp bağırıp çağırarak kendi takımını kazandırmaya çalıştıysa da olmadı. Sonraki telteli bizde kaldı.

Biz yüzük oyununu oynarken büyük bir tencerede hazırlanan ağda tepsiye dökülüp, katılaşması için bahçedeki kar’ın üzerine bırakılması gerekiyordu. Ben hemen tepsiyi aldım, bahçede teyzemin işaret ettiği yere kar’ın üzerine yerleştirdim. Bu arada hanımlarda gereken miktarda un kavurmaya başladılar. Un’un yavaş yavaş kavrulması epey bir zaman aldı ve mis gibi kokusu ortalığı sardı. Şimdi bu yazıyı yazarken bile sanki kokusu burnuma geldi. Bazen böyle olurum, bilmem sizde de olur mu? Bizim bağrışmalarımızı gülerek izleyen büyüklerde yüzük oyunu bittiğinden kendi aralarında sohbet etmeye başladılar. Sohbet konusu genelde teravih namazıdır. Mutlaka dikkatlerini çeken bir kişi veya bir olay olmuştur.

Gecenin ilerleyen saatlerinde “ağda artık katılaşmıştır getirsen de telteli çekmeye başlasak dedi teyzem.” Bahçeye çıktım “ ağda bahçede yok” geri döndüm ağda yok teyze dedim. Herkes şaşırdı “ koca tepsi nereye gider kurban olduğum” dedi teyzem. Benimle birlikte annemlerde çıktılar baktılar tepsi yok. İçerden gazla yanan gemici fenerini aldık hep birlikte arıyoruz, yok. Bu arada babamda geldi o da bizimle birlikte etrafa bakıyor. Yan tarafta jandarma bölüğü vardı. Babam “askerler duvardan aşıp da almasınlar” dedi. Teyzem “yok bu güne kadar bir kere olsun duvara yanaşıp da bahçeye bakmadılar” dedi. Durumu öğrenen akrabalar da içerde heyecanla bekliyorlar. Bizde gözümüze ilişen her yere bakıyoruz yok. Yer yarıldı içine girdi ya da göğe uçtu mübarek. Bu arada annemin siniri bozuldu ağlamaya başladı. Bilenler bilir, bu tür yiyecekleri hazırlamak saatler alır. Oldukça zahmetlidir ama zahmetli olduğu kadar da eğlencelidir. Bu geceki en büyük eğlencemizde, yiyeceğimiz tatlımızda buydu, ama ağda tepsisi bulunmazsa eğlencemiz hüsranla bitmek üzereydi. Cennetmekân annebabam, dedem Şükrü Bey kızmış gitmek için paltosunu bile giymişti. Gönlü yapılıp yeniden oturtuldu. Annemin ağladığını görünce babam sakladığı yerden, balkondan tepsiyi çıkardı. Yazının burasında değerli Süleyman Sökmen ağabeyimin şiiri geldi aklıma. “Uğut” unutuldu yapan nicoldu/ Telteli döküldü yerde zayoldu/ Gozellikler birer birer gayboldu/ “Haside” de şikarlandı bi görsen.

Önce şaşkınlıkla karışık büyük bir sevinç sonra biraz burukluk oldu. Peki, ağda nasıl olmuşta kimse görmeden balkona çıkmıştı. Cennetmekân babam bir ipin ucuna bağladığı kiremit parçasını daha önce balkondan ağdanın içine sarkıtmış ağda katılaşınca çekip balkona almış. Oysa bu saklama işi sık yapılan bir oyundu ama çok ciddi bir insan olan babamın böyle bir oyun yapacağı kimsenin aklına gelmemişti. Babam oyunu biraz uzun sürdürmüştü. İçeri girerken anneannem alçak sesle söyleniyordu “canı sağ olasıca gecemizi burnumuzdan getirdi.”

Anneannem babamın teyzesi idi, yani annem ve babam teyze çocukları idiler ve babam anneanneme teyze, dedeme de enişte diye hitap ederdi. Bu yüzden anneannem istese bunu yüzüne karşıda söyleyebilirdi. Ama öyle mübarek bir insandı ki, gelini olduğu meşhur Çerkez Gül Hanımla yıllarca uyum ve sükûnet içinde yaşamıştı (Bkz. Ceritzade Hüsnü Efendi ağıtı yazım). Ağda bulunduktan sonra ben dayımla, annem teyzem ile ayakta karşı karşıya durup ağdanın bir ucu birimizde öbür ucu birimizde elden ele uzatıp, sonra birleştirip çekerek beyazlatmaya çalıştık. Yeteri kadar beyazlanınca sini’nin (Üzerinde yemek de yenilebilen yuvarlak, bakır veya pirinçten büyük tepsi) etrafına dizilip oturduk. Tepsiye konan tepeleme kavrulmuş unun içinde bir taraftan ellerimizle hafif hafif sıkarken bir taraftan da daire şeklinde döndürmeye başladık. Ara ara da sekiz gibi yaparak üst üste katlayıp döndürmeye devam ettik. Bu çevirme işi epey bir zaman alır. Un ile birleşen ağda, çember şeklinde döndürdükçe tel tel olmaya başlar ve yavaş yavaş pişmaniyeye benzer ama asla pişmaniye gibi olmaz. Telleri biraz daha kalın olan bizim telteli’mizin tadı bambaşkadır, yemeyen bilemez.

Teltelimiz, yeterli inceliğe gelince tabaklara konup büyüklerden başlayarak servis edildi. Pekte güzel olmuştu ama o gece annemin yüzünü güldürmek mümkün olmamıştı.

19.12.2014
OKUR YORUMLARI
Mehlika Filiz Ulusoy
26.12.2014 14:55:00

Abdülkadir Bey,

Ne güzel bir kış gecesi anlatmışsınız. Ben tel helvayı severim. Hele lati lokumu çok özledim. İnsanın damağı ile dili arasında erir giderdi. Artık nerede bulsak da yesek? Makalenizi okudukça bunları hatırladım.

Saygılarımla

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ