A.Kadir ÇAPANOĞLU

A'DAN Z'YE

Âlim Gürerk ve 12 Mart Muhtırası

Değerli okurlar, önceki yazımda Türkiye'nin iniş çıkışlı 73 yıllık yaşamında karşılaştığı önemli olaylardan birisi olan 12 Mart Muhtırasına kısaca değinmeye çalışmıştım. Sayın Em. Kur. Alb. Alim Gürerk Komutanımız bu yazıma aşağıdaki aydınlatıcı yorumu göndermek zahmetinde ve nezaketinde bulunmuş. Teşekkür ederek sizlerle paylaşıyorum.

"Sayın Çapanoğlu, bazen insan arzu etmediği halde, önemli olayların içinde kendini bulabiliyor. Allahtan birbirimizi tanıyor ve yurtseverliklerimiz konusunda şüphe duymuyoruz. Burada 12 Mart'ın ne ülkemize yarar sağladığını ne de zararını anlatmak değil maksadım. Sabice o tarihteki çok genç bir subayın, tanık olduğu olayların özetini yapacağım.

12 Mart 1971 Muhtırası Etimesgut’taydım. Tank Okulundan bir ara tayinle 1. Alay 1. Tabur 3. Bölüğe Takım Komutanı olarak atanmıştım. Teğmenliğe terfi etmiş, sonunda her genç Harbiyelinin hayal ettiği rütbeyi almış, yıldızımızı omuzlarımıza takmış ve görevimize başlamıştık. Ancak kıtadaki günlük yaşam pek öyle kitaplarda yazdığı, filmlerde olduğu gibi geçmiyordu. Genellikle eğitim alanında, gün boyu yeni silahaltına alınmış gençlere temel askerlik eğitimi ve tank uzmanlık eğitimi veriyorduk. Diğer yandan da yaşımızın ve dönemin gereği her şeyden anlamaya, her telden çalmaya gayret ediyorduk.

 Ülkenin durumu hiç iyi değildi. Kendilerine “Devrimci” adını veren bir kısım gençler ki bunlar bizim yaşımızdaki üniversitelilerdi, kendi inançlarına göre daha iyi bir Türkiye için vuruyorlar, vuruluyorlardı. Polisle, karşıt gruplarla çatışıyorlardı. Ama bir kaç sene sonra yine hortlayacak sağ-sol çatışmalarında olacağı gibi, ölümle sonuçlanan olaylar henüz tek-tük meydana geliyordu.

Devrim diye bir gazete okumaya başlamıştım o aralar. Doğan Avcıoğlu çıkarıyordu bu gazeteyi. Kendisinin yazdığı, gündemde önemli bir yer tutan ve özellikle sol görüşlülerin ellerinden düşmeyen bir kitabı vardı: Türkiye’nin Düzeni. Ben o kitabı sonuna kadar okuyamayışımın eksikliğini her zaman hissettim. Günümüzün ünlü gazetecilerinden olan ve 1. Dünya Savaşında Kanal Harekâtına katılan Cemal Paşanın torunu olduğunu daha sonraları öğreneceğim Hasan Cemal de Devrim gazetesinin genç yazarlarındandı. Gazetenin ve yazarlarının o dönemdeki sloganı “Ordu Millet El Ele, Milli Cephede!” idi. Sempatik gelmişti bu slogan benim gibi düşünenlere. 1960 yılında Demokrat Parti iktidarına karşı 27 Mayıs ihtilalini gerçekleştiren subaylardan biri olan Emekli General Cemal Madanoğlu ’da bu grubun içindeydi.

Yenişehir'deki Orduevinde kalıyordum. Akşamları mesai bitiminde Orduevinin arkasından geçen caddede servis aracından iniyor ve kısa bir yürüyüşle hem Kızılay'ın o saatlerdeki havasını teneffüs ediyor hem de bütün gün kışla içerisinde geçen ağır mesainin yorgunluğunu üzerimden atmaya çalışıyordum. Bazen üzerine asker parkası giymiş üniversiteli gençlerin yanından geçerken orduevleri, subaylar ve Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında olumsuz laf attıklarına tanık oluyordum. Bunlar da kendilerine “Devrimci” adını verenlerdendi. Ancak bunlar, Doğan Avcıoğlu ve arkadaşlarının, ordunun desteğini almadan bir devrim yapılamayacağı görüşüne katılmayan, bazı diğer gruplara mensuptular. Zaten o kadar çok değişik gruplar vardı ki. Ne acıdır ki, ordu içinde de genç subaylar arasında bazı gruplaşmalar ortaya çıkmıştı. Özellikle Deniz ve Hava Kuvvetleri’ne mensup bazı genç subaylar, imzasız mektuplar yayınlıyorlar, bazıları sempatizan, bazıları ise ufak tefek eylemleri destekleyici olaylara katılıyorlardı.

Benim de görev yaptığım Etimesgut’taki Zırhlı Birliğinin komutanı Tümgeneral rahmetli Turhan Olcaytu, bir gün tümen personelini, sinema salonuna toplayarak yaptığı konuşmada, tümenin tamamının mevcut düzenin ve iktidarın yanında olduğunu söylüyor, aksine hareket edenlerin bizzat kendisi tarafından cezalandırılacağını belirtiyordu. Bunu sert bir ses tonu ile ifade ederken, bir taraftan da beline taktığı iki adet tabancayı gösteriyordu.

Diğer yandan da tümenin içerisinde, hem de eğitim alanının tam ortasındaki bir çadırda, binbaşı rütbesindeki bir subay, kendisine yakın gördüğü bir kaç üsteğmen ve yüzbaşının tespit edip önerdiği genç teğmenleri yanına çağırıyor ve onlarla yaptığı görüşmelerde şunları söylüyordu: -Ülkemizin şu anki durumundan memnun musun? -Gelir dağılımındaki adaletsizlikler, adam kayırmalar, eğitimdeki eşitsizlik, seni rahatsız etmiyor mu? -Türkiye’nin, Atatürk’ün en çok önem verdiği tam bağımsızlık ilkesinden uzaklaştırıldığını görmek seni üzmüyor mu? -Bu durum karşısında genç bir Türk subayı olarak kayıtsız kalmak mümkün müdür? Bunları zaman zaman arkasındaki Türk Bayrağına ve Atatürk posterine göz atarak özenli ve davudi bir sesle anlatan binbaşı daha sonra şunları ilave ediyordu: “Milletimizin içine düşürüldüğü bu durumdan çıkarılması için ülkemizin zinde güçleri uzun zamandan beri hazırlıklar yapmaktadır. Biz de bu tümende sözünü ettiğim zinde güçlerin oluşturduğu zincirin bir halkasıyız. Harekete geçme anı geldiğinde, önce tümen nizamiyesinde tümen komutanının yolunu kesip araçtan indireceğiz ve dizleri üstüne çöktürüp kafasına bir kurşun sıkmak suretiyle infaz edeceğiz.” Binbaşı çadırın içinde kendisini ayakta esas duruşta önceleri merakla, konuşmalar ilerledikçe yerini korkuya terk edecek bir heyecanla dinleyen genç teğmene (bana) bunları söyledikten sonra, bu görüşmeyi benimle birlikte kenardan takip eden ve beni bu çadıra, “Binbaşım seninle görüşmek istiyor” diye getirmiş olan Üsteğmeni göstererek, “İşte bu şerefli görevi yapacak olan Üsteğmen D.A.’dır” diyordu. Daha sonra da şunları ilave ediyordu: “Aynı gün akşama kadar Ankara Polatlı karayolunun kenarındaki her telefon direğinde bir generalin sallandığını göreceksiniz!” İşte böyleydi o günler... 9 Mart 1971 Darbe Teşebbüsü (Muhtıra öncesi).

Bir kaç gündür kışlayı terk etmiyorduk. Gün içinde normal mesaiyi tamamladıktan sonra, taburun genç subayları ya bir odada oturup sohbet ediyor ya da herkes kendine uygun bir meşgale buluyordu. Ortalıkta bir şeyler oluyordu ama tam anlamıyla bilgi sahibi değildik. Bir kaç gün önce Kızılay’da rastladığım bir teğmen, Mamak’taki kendi birliği olan tümenin devrimci olduğunu, bu sebeple vakit geldiğinde devlet yanlısı ve faşistlikle tanımladığı bizim tümeni yok edeceklerini söylüyordu. Diğer taraftan Genelkurmay Başkanının da olası bir sol askeri hareketi şiddetle önleyeceği, ancak Kara Kuvvetleri ile Hava Kuvvetleri Komutanlarının bu sol hareketi destekledikleri hatta bunun içinde oldukları haberleri ortalıkta dolaşıyordu. Nitekim yıllar sonra o döneme ait belgeler açıklandığında öğreniyorduk ki önceden yeni anayasaya kadar hazırlıklar yapılmış, kod adları ile anılan Kara Kuvvetleri Komutanı, Devlet Başkanlığı, Hava Kuvvetleri Komutanı da Konsey Başkanlığı için düşünülmüştü. İşte böyle bir hava vardı ortalıkta.

Bir kaç teğmen arkadaşla oturduğumuz odanın kapısı çalındı ve biz daha “Gir” demeden Bölük Komutanımız olan Üsteğmen A.Ç.’nin habercisi er içeri girerek heyecanlı bir sesle şunları söyledi: -Üsteğmenim, 2. Bölük Komutanının odasında sizleri çağırıyor. Çok acele gelsinler dedi. Üç arkadaş birbirimizin yüzüne baktık. Eğitim kıyafetlerimize çekidüzen vererek yandaki Bölük Komutanının odasına gittik. 2. Bölük Komutanı olan Üsteğmen E.Ç. ile bizim Bölük Komutanı sınıf arkadaşı ve yakın dost idiler. İçeriye girdiğimizde Üsteğmen E.Ç. kendi yerinde oturuyordu. Masanın yan tarafında ise bizim Bölük Komutanı Üsteğmen A.Ç. Her ikisinin de yüzlerinde çok ciddi bir ifade vardı. Küçük barakanın bir bölümünden oluşturulmuş bu makam odasına diğer bölüğün teğmenleri de az önce çağrılmışlardı ve ayakta esas duruşta bekliyorlardı. Bizler de onların yanına sıralandık. Odanın köşesinde yanmakta olan kömür sobası içerisini oldukça ısıtmıştı. Sobanın önündeki ve üst tarafındaki havalandırma deliklerinden alevlerin rengi sızıyordu. Sessizliği, Ütğm. E.Ç.'nin olabildiğince ciddi bir tonla ve sert bir ifade ile konuşmaya başlaması bozdu: -Arkadaşlar, Komutanlığımızdan çok önemli ve o derece hayati bir görevin ifası için emir aldık. Aslında normal zamanlardaki görüntüsü hiç de çok ciddi bir izlenim bırakmayan hatta biraz da hoşgörülü ve güler yüzlü olan bu Üsteğmen, tek tek bizlerin gözlerinin içine baktıktan sonra devam etti: -Personelinizi içtima ettirin! Her takım komutanı üçer tank hazırlasın. Hakiki cephaneleri tanklara yükleyin. Garajların önündeki yolda kol düzenine geçip ikinci emri bekleyin. Şaşırmıştık. Cephane, hem de tank topu cephanesi yüklemek de ne oluyordu? Savaşa mı gidiyorduk. Ben biraz mırıldanarak bir soru soracak oldum. Üsteğmen E.Ç. zoraki takındığı sert bir yüz ifadesiyle, bu emrin uygulamasında en ufak bir isteksizliğin o kişiyi divan-ı harbe kadar götüreceğini söylüyordu.

9 Mart 1971 gecesi kışlayı terk etmedik. İyi ki de etmemişiz. Çok büyük bir olasılıkla kardeşkanı dökülecekti. O gece demin sözünü ettiğim, başlarında iki kuvvet komutanının bulunduğu taraf sol bir darbe yapacakmış. Eğer kışlayı terk etseydik, muhtemelen bu grupla çatışıp, darbeyi önlemeye çalışacaktık. Daha sonra, 12 Mart Muhtırasının veriliş nedeninin ordunun içindeki bu sol görüşlü gruba karşı olduğunu öğrenecektik. İleriki yıllarda, bu sol devrim yanlılarının ön hazırlıkları, Sovyet tipi teşkilat ve yönetim şemalarına, görevli üst düzey komutanların kod isimlerine kadar çeşitli yayınlarda yer alacaktı. Bunu daha sonraları iyice öğrendim ki devlet içinde her sır, günün birinde ortaya çıkıyordu.

Maalesef, 12 Mart böylece Türk siyasi tarihinde yönetime el koymanın sayısız örneğinden biri olarak yer aldı. Bir öğle ajansında radyoda okunan muhtıranın ardından, dönemin başbakanı Süleyman Demirel iktidarı bıraktı. Sonraları bu davranışı, benim asla katılmadığım bir şekilde “Şapkasını aldı, kaçtı” şeklinde yorumlandı. Ben bu hiciv şeklini hiç bir zaman doğru bulmadım. Sonra ne mi olacaktı? Dokuz yıl sonra, 12 Eylül 1980'de bir darbe daha gelecekti. Hem de gümbür gümbür… Orada da bu kez değerli Dostum Sayın Çapanoğlu ile tanışacaktık.(*)

(*) 12 Eylül darbesi sonucu benim gibi Kağıthane Hasdal Kışlasında gözaltına alınan banka müdürleri, kimya mühendisleri, avukatlar, öğretmenler, değişik meslek odaları başkanları, dernek başkanları, sendika temsilcileri, değişik meslek gruplarından yöneticiler o tarihte Yüzbaşı, bugün Em. Kur. Alb.  olan değerli komutan Sayın Alim Gürerk ve arkadaşları sayesinde hasarsız olarak atlatmıştık. (A. Çapanoğlu)

OKUR YORUMLARI
Alim Gürerk
20.03.2023 05:40:53

Sayın Çapanoğlu, Anılarımı paylaştığınız için teşekkür ederim. 12 Eylül'ün o çalkantılı dönemini göz altında "hasarsız " geçirdiğinizi söyleyerek, her zamanki gibi dürüst kişiliğinizi ortaya koymuşsunuz. 20nci Yüzyılın ikinci yarısında, maalesef ülkemizde, her defasında ayrı gerekçelerle demokrasi rafa kaldırılmıştır. 12 Mart ise bunlardan biridir. Yukarıda anlattığım gibi Ankara'da idim. İlk günlerde bir telefon geldi. Endişeli bir ses tonuyla kendini tanıttı. "Ben Fakir Baykurt" dedi. Bir süre bekledi. Bir çok kitabını beğeni ile okuduğum ünlü bir yazardı. "Buyrun Hocam" dedim. Bekledi ve bir daha: "Ben Fakir Baykurt" dedi. "Anladım, buyurun bir isteğiniz mi var?" diye sordum. "Komutanım, beni hala almaya gelen olmadı. Adresimi vereyim, gelip beni alın çünkü utanıyorum." dedi. Köy Enstitüsü Mezunu bir köylü çocuğu olduğunu biliyordum. Ünlü romanı Yılanların Öcü 'nü ve bazı öykülerini okumuştum. Kendisi hakkında bir yakalama emri bulunmadığın ifade ettim. Ama bir süre sonra tutuklandı. Askeri Mahkeme tarafından uzun süre yargılandı ve beraat etti. Beraat ettikten sonra Almanya'ya gitti. Uzun süre orada yaşadı ve 11 Ekim 1999 yılında burada vefat etti. Işıklarda yatsın.

Alim Gürerk
19.03.2023 10:31:15

Sayın Çapanoğlu, Arkadaşlarım ve benim hakkımda belirttiğiniz övgü dolu sözler için teşekkür ederim. Saygılarımla

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ