29 Ekim, Büyük atamızın bu millete, siyasi gücün halk ve temsilcileri tarafından paylaşıldığı bir devlet yönetim şekli olan Cumhuriyet yönetimini hediye ettiği günün yeni bir yıldönümü.
Cumhuriyet: Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” anlayışına dayanır. Bu, yönetimin kaynağının bir kişi, aile ya da zümre değil, doğrudan halk olduğunu gösterir. Halk seçimlerle yöneticilerini belirler, gerektiğinde değiştirir.
Cumhuriyet yönetiminde: Tüm vatandaşlar yasa önünde eşittir. Soy, zenginlik, cinsiyet veya din farkı olmaksızın herkes aynı hak ve özgürlüklere sahiptir. Bu da toplumsal barışı ve adalet duygusunu güçlendirir.
Cumhuriyet: Düşünce, ifade, basın, din ve vicdan özgürlüklerini korur. Bu özgürlükler bireylerin kendilerini geliştirmesini, topluma katkı sağlamasını ve yenilikçi fikirlerin ortaya çıkmasını sağlar.
Cumhuriyet: Halkın bilinçli, özgür düşünebilen bireyler olması gerektiğini savunur. Bu nedenle eğitime, bilime ve akla büyük önem verir. Eğitim sayesinde halk kendi geleceğini şekillendirebilir.
Cumhuriyet yönetiminde: Yöneticiler halka karşı sorumludur. Yönetim keyfi değil, yasalar çerçevesinde işler. Bu da yolsuzluk ve adaletsizliğin önüne geçer.
Cumhuriyet: Modernleşmeyi, ilerlemeyi ve çağdaş uygarlık seviyesini hedefler.
80 yıl önce 29 Ekim 1945 Pazartesi sabahı Çapanoğlu ve Ceritoğlu aileleri ilk torunlarının doğumu ile iki bayramı birden kutlamışlar. Yani bugün benim doğum günüm. Yani ben doğumumdan itibaren Cumhuriyet çocuğuyum. Çok kültürlü bir hanımefendi olan babaannem Esma Hanımefendi “göbek adı Cumhur olsun” demiş ama ismim ve soyadım zaten uzun olunca nüfusa kaydettirmemişler.
Bugün, yaşamımda 80 yılı geride bırakmanın anlamı üzerine düşünüyorum. Bu söz, yıllar içinde doğum günlerinde sıkça duyduğumuz sıradan bir cümle gibi görünse de artık benim için çok daha derin, çok daha anlamlı. Çünkü geride bıraktığım sadece yıllar değil; anılar, dersler, sevinçler ve hüzünlerle dolu koca bir ömür…
Geçmiş doğum günlerimde “Bir yaşı daha ardımda bıraktım; nice güzel yıllara” diye dilerdim içimden. Şimdi 80 yaşındayım. Hayat bir nehir gibi… Kimi zaman coşkulu, kimi zaman durgun; kimi zaman berrak, kimi zaman bulanık. Ve ben, bu nehrin kıyısında durup, akıp giden 80 yılı izliyorum. Bu 80 yıl; savaşlarla, barışlarla, yokluklarla, bolluklarla, kayıplar ve kazanımlarla geçmiş.
Cennetmekan babam, annem ile 28 Ekim 1943 de evleniyor. O yıllarda İstanbul’da yedek subay ve annem yanında. Fatih’te kocaman bahçesinde meyve ağaçları olan kocaman bir evde oturuyorlar ve burnumuzun dibinde ikinci dünya savaşı var. Genç Türkiye Cumhuriyeti, rahmetli İsmet Paşa’nın manevralarıyla bu savaşa katılmıyor. Katılsa belki babam da şehit olacak ve ben babasız doğacağım. 14 Ağustos 1945'te İkinci dünya savaşı sona eriyor. 30 Eylül 1945’ te babam terhis oluyor. Ve bir ay sonra 29 Ekim’de ben doğuyorum. Bu tarihleri özenle sakladığım babamın nüfus cüzdanından aktarıyorum. Ve 1964 yılında daha 47 yaşındayken kaybettik babamızı. Biz iki erkek kardeş lise talebesi, kız kardeşimiz üç yaşındaydı.
Tesadüfe bakın ki ben de 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında Gaziantep’te As. İz. subayı idim. O sabah iki mekanize piyade taburu ile iki tank taburunu Kıbrıs’a çıkmak üzere Mersin limanına uğurlamıştık. İstanbul’da televizyondan Gaziantep’teki askeri birlikler Kıbrıs’a gitti haberini duyan annemin dizlerinin bağı çözülüyor olduğu yere yığılıp uğunuyor. Kardeşlerim onu sakinleştirmeye çalışırken “Ben Antep’teyim” yazan telgrafım ulaşınca kendine gelip sakinleşiyor. Topçu asteğmeniydim ama As. İz subayı olarak görev yapıyordum. Kıta görevimi yaparken bölük komutanım üsteğmeni Gaziantep Valisi Mustafa Yörükoğlu’na şikâyet etmiştim. Bu olaydan sonra Topçu Alay komutanımız cennetmekan Fikret Emiroğlu Albayım beni inzibat subayı yapmıştı.
Askerlik dönüsü Amerika ambargosu nedeniyle ülkede tüp gaz ve akaryakıt sıkıntısı oldu.1976 yılı Kasım’ında sıfır km. ilk Renault 12 aracımı almıştım. Ve 1977 yılı Ocak’ında sevgili kızım doğdu. Gündüz çalıştığımız için geceleri benzin kuyruğuna girip 20 litre ile sınırlı olarak benzin alabiliyorduk. Tüp kuyruklarında bekleşen kadınların arasında piknik tüpleriyle kafa yarmalara kadar varan çok şiddetli kavgalar oluyordu. Sana yağı, sigara, toz şeker mahalle bakkallarında el altından hatırlı müşterilere satılıyordu. Tüp bayii olan askerimin benim için bir kahveye bıraktığı mutfak tüpünü gece arabamla gidip değiştiriyordum.
Yapı Kredi, İş Bankası, Renault Mais, Aksu İplik Dokuma Fab. Hontel Holding, ne çok iş değiştirmişim. Kiminde memur kiminde şef sonunda yönetici olarak emeklilik. Biraz da emeklikten sonraki çalışma hayatım. Bankacılığı hiç sevemedim. Masa başı işler bana göre değildi ama yine de 5 yılımı aldı. Orta tahsilimi hiç sormayın. Benim için bir cehennemdi.
Düşünüyorum da mesele, yaş almak değilmiş, hayatı dolu, dolu yaşamakmış. İşte onu becerdim. Hayatımı dolu, dolu yaşadım. Öğrencilik yıllarımdan başlayarak, askerlik hayatım, iş hayatım, emekliliğim hep aktif bir yaşantı içinde geçti. Yozgat deyimi ile şöyle “dölek bir adam” olamadım… Kendime ve başkalarına yapılan haksızlıklara sessiz kalamadım.
16 Şubat 1969 Kanlı pazar günü, Yapı Kredi Bankası Şişli şubesinde memurdum. Hem yüksek tahsilime devam ediyor hem çalışıyordum ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) üyesiydim ve arkadaşlarımızla birlikte bizde Taksim Gümüşsuyu caddesinin alt ucundaydık. Yani Dolmabahçe’nin biraz yukarısındaydık.
15-16 Haziran 1970 tarihlerinde Türkiye'de İstanbul merkezli olarak başlayan ve yayılan, Türkiye tarihindeki en büyük işçi eyleminde ben de İstanbul Cağaloğlu’ndaydım. Olayların içinde değildim ama oradaydım. Bir işçi hareketi olarak büyük bir dayanışmaydı. Trakya’dan, Kocaeli’nden, Gebze’den gelen yüz binlerce işçi birleşemesinler diye köprüler açılmıştı.
1 Mayıs 1977 de Renault Mais işyeri Baş temsilcisi olarak arkadaşlarımla birlikte Taksimdeydik. Yerimiz kürsünün sağ önüydü. Sabahın 08’inden beri ayakta durmaktan yorulup belimiz ağrımaya başlayınca arkadaşım Selami ile birlikte bir saat erken ayrılmamız belki de hayatımızı kurtarmıştı.
1977 Ramazan Bayramı dönüşü masamın üzerindeki bayram tebriklerinin içinden bir de ölüm tehdidi çıktı. “Abdulkadir köpeği” diye başlayan mektup “senin gibi solcuları Erzurum’da geberttik, senin memleketin Yozgat’ta da öyle yaptık” diye devam ediyordu. Ülkücülerin ağzından yazılan mektubu alıp MİT’de müdür olan iki okul arkadaşıma gittim. “Bizimde can güvenliğimiz yok” dediler. Siyasi şube müdürü M.B. yi aradılar. “Bana gelsin” demiş. Oradan, önemli bir görevde olan hamim N.Ö albayıma gittim. O’da M.B.ye telefon etti. Ve o telaşe ile bir kopyasını almayı akıl edemediğim uzun mektup, o zaman ki siyasi şube müdürü M.B. ve ekibinde kaldı. Halbuki bir suikasta kurban giden ünlü MİT’çi Çapanoğlu sülalesinden Hiram Abas’da (Bay Pipo) (*) o yıllarda görevdeymiş ama ben tanımıyordum.
1977 Kasım’ında Renault Mais de greve çıktık. Soğukta üşümeyelim diye DİSK çadır kurmuştu ama içinde kalamıyorduk çünkü bir gece çadırımız kurşunlanmıştı. Gündüz bayan arkadaşlarımız gece sabaha kadar bizler görev gözcülüğü yapıyorduk. 1978 Şubat ortalarında Başbakan Bülent Ecevit, milli güvenlik gerekçeyle grevimizi erteledi. Üç buçuk ay soğukta titrememiz yanımıza kâr kaldı. Biz yaşam için çok elzem maddeler üretmiyor satmıyorduk, neticede otomobil satıyorduk. Bunun milli güvenlikle ne alakası vardı. Halbuki “montaj sanayi” diyerek kendisi bu şekilde araç üretilmesine karşıydı. Bu yüzden Ecevit’e inancım sarsıldı. Bu ertelemenin kimlerin baskısı ile olduğunu tahmin ediyorsunuzdur.
12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi sonrası gözaltına alındım, işimi kaybettim. Sonra yaşananları biliyorsunuz. İşkenceler, intiharlar, idamlar.
Evet, biraz maceralı bir gençliğim olmuştu ama güzel insanlar tanımışım diyorum. Başta 51 yaşında kaybettiğim erkek kardeşim olmak üzere son 20 yılda bu güzel insanların birçoğunu kaybettim. Bazıları yurt dışına kaçtıkları için orada erken yaşlarda, bazıları İstanbul’da, Ankara’da yine erken yaşlarda vefat ettiler. Biz, 68 kuşağının arkadaşlığı biraz çileliydi ama gerçek arkadaşlıklardı. Artık azınlıktayız.
Delikanlılık yıllarının heyecanı, orta yaşın sorumlulukları ve şimdi yaşlılığın huzuru… Her dönemin kendine özgü bir rengi vardı. Her yaşım bir dönüm noktasıydı. Bence her 10 yaş daha bir dönüm noktasıydı. Şimdi dönüp geriye baktığımda, yaşanmış her anın, ne denli kıymetli olduğunu çok daha iyi anlıyorum, iyi ki yapmışım, iyi ki yaşamışım diyorum ve aynı heyecanı yine yüreğimde hissediyorum.
Kendime soruyorum: Neleri doğru yaptım? Keşkelerim oldu mu? Neleri yapmasaydım daha iyi olur muydum? Belki olabilirdi ama hiç pişman değilim. Hiç keşkem olmadı. Yine de geçmişin yüküyle değil, yaşanmışlığın bilgeliğiyle yürümeye çalışıyorum. Bugün, hayata daha sakin, daha anlayışlı ve daha bağışlayıcı bakıyorum.
Doktor röntgen isteyince endişelenen, röntgende bir şey çıkmayınca da şükredeceğine “bir şeyim yokmuş boşu boşuna şu kadar para verdim” diyen kişi gibi nankörlük yapmıyorum. Halbuki daha önce ne kadar endişe etmişti. Eğer bir şey çıksaydı ne paralar harcayacak ne sıkıntılar ne üzüntüler çekecekti. Bu yüzden, her sabah bana bir armağan gibi geliyor artık… Gözlerimi açıp “bugün de varım” diyebilmek, en büyük şükür sebebi. Geçmişte kalan dostlara, nice bayrama, nice vedaya rağmen hâlâ nefes alabiliyor olmak… Hâlâ bir bardak çayın yanında sohbet edebiliyor olmak… Bunların kıymetini o zaman da biliyorduk ama şimdi geçmişte yaşadıklarımızı bilen bir dost ile içilen bir bardak çay paha biçilmez anlar oluyor. Siyah beyaz fotoğraflar bile şimdi daha kıymetli. İnsanı nerelere götürüyor.
Seksen yılı geride bırakırken hâlâ hayallerim var. Geçmişe minnetle, bugüne şükranla, geleceğe ise umutla bakıyorum. Her yaş bir armağan, her gün yeni bir fırsat. Hâlâ yeni bir şeyler öğrenmek, torunlarıma bir şeyler bırakmak, geçmişte yaşadıklarımı onlara bir hikâye gibi anlatmak istiyorum. 80.inci yaşımda da umut var, sevgi var, inanç var. Belki hızımız biraz azaldı ama gönlümüz hâlâ genç. Eşim, biraz yavaş yürü diye ikaz ediyor. Rahmetli kardeşimde söylerdi, “öne doğru eğiliyorsun çok hızlı yürüyorsun, biz sigara içiyoruz, biraz yavaş” derdi. Elimde değil demek ki, öyle alışmışım. Hep hızlı hep aceleci, hep heyecanlı.
Bir şeyle meşgulken bile aklıma bir akrabam bir arkadaşım gelmişse hemen arıyorum, çünkü ertelersem unutuyorum. Onların sesini duymak sağlıklı olduklarını bilmek beni mutlu ediyor.
Ve şimdi, göğsümü gere gere şöyle söylüyorum: “Bir ömrü yele, sele vermedim, kurda kuşa yem etmedim, aileme ve çevreme elimden geldiğince faydalı bir insan olmayı düstur edinerek, yüce Atatürk’e, onun ilke ve inkılâplarına, laik cumhuriyete ve demokrasiye sonuna kadar bağlı olarak, hayatımı dolu, dolu yaşadım. İyi ki yaşadım, iyi ki hâlâ yaşıyorum, sizlere iki satır da olsa yazabiliyorum.” TÜRKÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE. YAŞASIN TÜRKİYE CUMHURİYETİ.
En kalbi sevgilerimle.
(*) Hiram Abas, İlk Türk gazetecisi ve Posta Nazırı Çapanzade (Çapanoğlu) Agah Efendinin kardeşi ve ıı. Abdülhamit’in seryaveri olan Müşir Ahmet Şakir Paşanın torunudur. Ahmet Şakir Paşa daha sonra Büyükelçi olarak Rusya’ya gönderilmiş, Çar ailesi ile çok iyi ilişkiler kurmuştur.
(**) Babaannem Esma Hanımefendi. Önce Ankara valisi sonra 9. 11. Ve 13. Dönem Milletvekili ve Devlet Bakanı olan Avni Doğan Bey’in kardeşidir. Babaları Hayrullah Efendi Osmanlı Mecilis-i Mebuasanı 3. Dönem milletvekili olup Mebusluktan sonra Hicazdaki kutsal emanetlerin muhafazası için Cidde Vakıflar Müdürlüğüne tayin edilir. Orada hırsızlık yapmak isteyen hain Araplar tarafından öldürülür