AH O ÇOCUKLUK YILLARIMIZ

Genelde hepimiz çocukluk yıllarımıza özlem duyar, o günleri yeniden yaşamayı düşleriz. Her fırsatta o yıllarda yaşadıklarımızı çocuklarımıza, torunlarımıza anlatırız. Onlar da merak ve ilgiyle dinlerler anlattıklarımızı. Bazen şaşkınlarını gizleyemez, inanmaz bir tavırla dudak büküverirler. “Yok canım, bu kadar da olmaz. Amma da abartıyorlar!..” havasındadırlar sanki. Haksız da sayılmazlar. 60 yaş ve üstü kişilerin anlattıkları çocukluk anıları, gerçekten bugünkü gençleri ve çocukları şaşırtacak türden. Çünkü bilim ve teknolojinin sunduğu olanaklardan sonuna dek yararlanan bugünkü kuşağın bizim içinde yaşadığımız koşullara şaşkınlık duymaması düşünülemez.

Yıl 1958. Sekiz yaşındayım. Sünnet düğünüm var. Teyzem rahmetli Hanife Giray; Ankara’dan gelirken bana kurmalı, teneke bir araba almış hediye olarak. Sünnet yatağımda onu kucağıma koyduğunda sevinçten ne yapacağımı şaşırmıştım. Arabanın bir kurma kolu vardı. Onu saat gibi kurup bıraktığınızda araba kendi kendine gidiyordu. O gün için olağan dışı bir şeydi benim için. Çünkü şimdiye dek böylesi bir oyuncak görmemiştim. Yalnız ben mi? Hayır, tüm çocuklar.

Biz oyuncaklarımızı, oyun araçlarımızı hep kendimiz yapardık. Çok yaratıcıydık çocukken. Yokluklar, yoksunluklar, bizi yaratıcı ve üretken olmaya zorlamıştı.

Şimdiki çocukların çoğu, hatta hiçbiri bilmez. Bir “aşık” oyunumuz vardı. Koyunların, keçilerin aşık kemikleriyle oynanırdı. Kimi zaman evden kimi zaman küllükten bulduğumuz aşık kemikleri oyunun ana ögeleriydi. Bu kemikleri güzelce temizler, çoğu zaman da halılar için kullanılan kök boyalarıyla rengârenk boyardık. İçlerinden irice birini ana kemik olarak seçer, “enek” adını verdiğimiz bu kemiği özel bir işlemden geçirirdik. Bu amaçla kemiğin “gıdık” diye adlandırdığımız kulak memesini andıran kısmının tam tersi tarafının içini oyar, oraya kurşun dökerdik. Bundan amaç, kemik fırlatıldığında “gıdık” kısmının üste gelmesini sağlamaktı. Çünkü oynadığımız oyunda bunun bir artısı vardı. Bu nedenle her çocuk, eneğini en iyi biçimde hazırlamaya çalışırdı. Sonra geçerdik oyunun başına. Bir atış çizgisi oluşturur, bu çizgiden 4-5 metre uzağa bir daire çizerdik. Çizdiğimiz daireyi de bir çizgiyle ortasından ikiye ayırırdık. Aramızdaki anlaşmaya göre enek dışındaki aşık kemiklerinden birini (ikisini…) dairenin ortasındaki çizgiye koyar, sonra da atış çizgisine geçerdik. Oyuncu sayısı 4-5 kişi kadar olurdu. Sayışmaca ya da yazı tura sonucu aramızdan biri oyuna başlar ve elindeki eneği daire ortasındaki aşıklara doğru fırlatırdı. Amaç, aşığı ya da aşıkları dairenin dışına çıkarmaktı. Daire dışına çıkan aşık ya da aşıklar, atışı yapanın olurdu. Bu sırada enek “gıdık” kısmı üste gelecek biçimde durursa atan kişinin keyfine diyecek olmazdı. Çünkü eneğin gıdık kısmı üstte geldiğinde, oyunculardan birer aşık ödül kazanılırdı. Atıcı, ıskalayıncıya dek oyunu sürdürürdü. Iskalayansa yerini diğer oyuncuya bırakır ve oyun böyle sürüp giderdi.

Vurulan aşık, bazen dairenin dış çizgisinin tam üzerinde kalır bazen de bir kenarı çizgiye teğet dururdu. İşte o zaman kızılca kıyamet kopardı.

─ Çizgi dışına çıktı.

─ Hayır, çıkmadı!

─ Vallahi çıktı!

─ Çıkmadı lan!..

Çıktıydı, çıkmadıydı derken girişirdik birbirimize. İzleyenler araya girip bizi ayırırlardı. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi sürdürürdük oyunumuzu. Zamanla aşıkların yerini cam ve demir bilyeler aldı.

“Çember çevirme” en büyük zevkimizdi. Çember ve kolu demirdendi. Çemberi de çember çeviren kolu da kendimiz düzenleyip ayarlardık. Yalnızca çemberi, uçlarını kaynak yapsın diye demirciye götürürdük. Sonra da çemberimiz önde, biz arkada deli danalar gibi koşup dururduk.

En acımasız oyunumuz, “komen” dediğimiz adam vurmaca idi. Adı sizi yanıltmasın. Çok masum bir oyundu aslında. Koyunların çene kemiklerinden tabancalarımız vardı. Kemerimize de bunları koyacak kılıflar takardık. Tommiks, Teksas, Zagor gibi resimli kitapların etkisiyle bir kovboya dönüşüp dökülürdük sokaklara. İki takıma ayrılıp oynardık bu oyunu. Her birimiz bir yerlere saklanır, karşı takımdan kimi görürsek elimizdeki çene kemiğini ona doğrultup, “Kuf!” diye seslenirdik. Oyunla ilgili kurallarımız vardı. Öyle kol, bacak, gövde görmek yetmezdi kimi zaman. İlle de rakibin kafasını görecektik. Vurma o zaman geçerliydi. Bir tarafta vurulacak oyuncu kalmayınca oyun biterdi. Sonraları çene kemikleri yerini plastik su tabancalarına bıraktı.

Öyle çok ve çeşitliydi ki oyunlarımız: Çelik-çomak, dalya, yakan top, birdirbir, uzuneşek, mendil kapmaca; daha çok kızlarca oynanan beştaş, bezirgânbaşı, daha neler neler…

Dedim ya, çok yaratıcıydık çocukken. Düşünebiliyor musunuz, düdüğümüzü bile kendimiz yapardık. Söğütten 6-7 santimetre uzunluğunda ve bir santimetre kalınlığında bir dal keserdik. Sonra bu dalın bir ucunu çarpraz biçimde keser ve bu ucun bir santimetre kadar aşağısına küçük bir çentik (kesik) açardık. Bu çentiğin 4-5 santimetre aşağısından, dalı kabuğundan ayırmak için çepeçevre bir çizik atar ve bu kısmı hafif darbelerle döverek daldan ayırırdık. Sonra da kabuğundan ayrılmış dalda daha önce açtığımız çentiği büyütür; üflenecek kısmını, hava girişi sağlamak için ince bir biçimde ve uca doğru hafif eğimli keserek kabuğu yeniden dala geçirirdik. İşte düdüğümüz böylece hazır duruma gelirdi. Ondan sonra öttür öttürebildiğin kadar. Resimli olmadığı için anlatımın gözünüzde tam canlanmadığını biliyorum. Aslında bu denli ayrıntıya da gerek yoktu. Ama bir çocuk olarak bu işi ne denli önemsediğimizi ve bundan ne denli zevk aldığımızı belirtmek için anlatıyorum bunları, bir de yok olup unutulmasın diye.

Hep oyundan söz ettim. Ama yeri geldiğinde iş de yapardık. Büyüklerimize yardım etmek için elimizden gelen çabayı gösterirdik. Ğerçi büyüklerimiz de bize ne tür iş vereceklerini çok iyi bilirler, hep eğlenceli gelen işler bulurlardı. Bunlardan biri de “düven (döven) sürmek”ti. O zaman bize çok eğlenceli gelen bir işti. Ekinlerin tanelerini sapından ayırmak için uygulanan ilkel bir yöntemdi düven sürmek. Ama o zamanlar şimdiki gibi traktörler, biçerdöverler falan yoktu ki… Oküz ya da atların çektiği, büyükçe bir kızak biçiminde tahta bir araç vardı. Bu aracın tabanına keskin çakmak taşları tutturulmuştu. Düvenin üzerine bir sandalye konur ve biz buraya otururduk. Çoğu zaman babamız annemiz, dedemiz sandalyeye oturur; bizi de ağırlık yapmamız için yanlarında uygun bir yere oturturlardı. Ortaya yığılmış saplardan bir bölümü çevreye doğru yayılır ve üzerinden düvenle geçilirdi. Bu sırada düvenin altındaki taşlar sapları kırıp ezer, böylece taneler saptan ayrılırdı. Uzun, yorucu ve zahmetli bir işti. Başta hevesle
işe koyulur, zaman geçince kaçmak için bahaneler arardık. Kolay değildi dakikalarca daireler çizmek. Düvenden indiğimizde yürümekte zorlanır, sağa sola yalpalar dururduk.

Eskiler bilirler, kışın ısınmak için tezek yakardık. Kim yapardı bu tezekleri?... Büyüklerimiz ve bizler. Tezek yaparken aldığım keyfi hiç unutamam. Tezekleri tahta kalıplara dökmek pek zevkli değildi ama, onları ahırın duvarına yapıştırmak başlı başına bir keyfti. Alıyorsunuz elinize hayvan tersini ve var gücünüzle fırlatıyorsunuz duvara. “Şap!” diye ses çıkarıyor duvara çarpınca. Yeterince kuvvetli fırlatamamışsanız yapıştırmakta başarısız oluyorsunuz. Yapışanları güneş güzelce kurutuyor. Kuruyanlar birer birer düşüyor yere. Sonra onları toplayıp kışa saklıyorsunuz. Ama asıl yöntem bu değil tabi. Bu biraz da bizim için oyun olarak ayarlanmış bir iş. Asıl olanı, yuvarlak tahta kalıplara döktüklerimiz. Biraz kuruyunca gevşeyip kalıptan çıkar duruma gelen bu tezekleri; kızılderili çadırı gibi aşağıdan yukarıya daralacak biçimde üst üste dizip iyice kurusun diye beklemeye bırakırdık. Bu tezek yığınları “komen” oynarken iyi bir saklanma yeri olurdu bize.

Özetle, işte böyleydi bizim çocukluğumuz. Doğal, üretken, yaratıcı, heyecanlı, keyifli…Eee, haksız mıyım? Şimdiki çocuklar için bunlar inanılmaz şeyler değil mi?...

Günümüz çocukları, teknolojinin kendilerini sunduğu nimetlerden sonuna kadar yararlanıyorlar. Ellerinde uzaktan kumandalı oyuncak otomobiller, gemiler, helikopterler; karşılarında bilgisayarlar var. Oyalanıp duruyorlar bunlarla. Ama ben onların bizim kadar mutlu olduklarına inanmıyorum, gerçekten inanmıyorum. Her şeyden önce hazırcılar, bir şey üretmiyorlar. Hareketsizler. Doğayla baş başa olmak yerine, sanal ortamdalar. O yüzden fırsat buldukça anlatıyorum onlara çocukluğumu. Anlatıyorum ki kendilerini atıversinler doğanın kucağına, sanal dünyanın pençesinden kurtulup gerçek çocukluklarını yaşasınlar…

18.05.2015


OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ