Islak, yapışkan, soğuk bir kış günüydü. Tırmanacağı tepenin dibinde, ayağındaki ot-çöp karışımı çamurları yeniden silkeleyerek temizledi. Çarıklarının bağını sıkıladı. Kaputunun eteklerini palaskasına sokup, asker torbasını öteki omzuna aldı. “Az kaldı, yarım saat sonra evdeyim” diye söylendi.
Yeni bir güçle yürümeye başladı. Uzaklarda, uçsuz bucaksız bozkırın kıyısına tünemiş köyler görünüyordu. Sayısız küçük tepe, sayısız dere yatağı donmuş gibiydi. Tek bir hareket yoktu. Bir kuş bile kanat çırpmıyordu canlılığı gösterecek. Sanki bozkırda tek bir canlı vardı. Şu anda dünyanın merkezi kendisiydi. Ankara’dan bu yana yol yürümesine rağmen yorgunluk duymuyordu. Evine ocağına kavuşacaktı ya. Tepeyi aşınca köy göründü. Ortada iki ulu çatal kaya, kartal kanadı gibi evlerin üzerine açılmıştı. Kayarak inmeye başladı. Tek-tük evden mavi, kül rengi tezek ve zaman dumanı çıkıyordu. Kendi evinden duman çıkmadığını görünce ürperdi. Karısı, oğlu iki yıldır burnunda tütüyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Tepeyi yarı ettiğinde soldaki dere yatağından sekiz-on koyun belirdi. Yaklaştıkça çoğaldı. Koyunları güden çocuklar onu görünce durdular. İçindeki olumsuzluklar onu yormuştu. Kötü düşünceler gelip gidiyordu peşpeşe. Hem merakını gidermek, hem de bir anlık nefes için bir keven tümseğinde oturdu. On adım ötede çocuklar korkuyla dikiliyorlardı. Son koyun da önünden geçip gitti. Çocukların durumunu anlayınca el sallayıp “gelin” dedi. Aylardır tıraş olmamış; saçı sakalı, birbirine karışmış, bu perişan kılıklı adama ürküntüyle bakıp duruyorlardı. Torbasından bir avuç, beyaz, ceviz iriliğinde paşa şekeri çıkartıp uzattı. - Korkmayın, eşkıya değilim. Bakın silahım da yok, dedi. Çocuklar sesinin yumuşaklığına güvenerek yaklaştılar. Yanına oturdular, bir şekere, bir kendine bakıyorlardı. Küçük çocuk oğlu yaşındaydı. Daha fazla bekleyemedi. - Bu köyün adı ne yeğenler? - Akören. - Yaaa… Sizin köyden iki asker arkadaşım vardı… Çocuklar soran gözlerle baktılar: - Kara Yusuf’un Dursun. Çocuklar tanış bulunmaktan dolayı daha da rahatlamışlardı. Küçük olanı atıldı. - Dün değil evvelsi gün askerden geldi. Dün de Ali Ağa’ya azap durdu. Yüreği önce sevinçten, sonra hayal kırıklığından çırpınmaya başladı, ağzı kurudu. Bundan sonraki her soruya verilecek cevapların da öyle kötü olacağı içine doğmuştu. Sormaya korkar gibi kekeleyerek: - Biri de Hafızın… Hafızın oğlu Abdurrahman vardı. Büyük çocuk artık daha da rahattı. Köyde olup biteni anlatmaya hazırdı. - Onu tanımayız, geçen sene künyesi gelmiş. Oğlu da kışın boğmacadan öldü. Köyün sırtındaki ulu çatal kayalara gelip sırtına bindi. Ayaklarının altından topraklar kaymaya başladı. Kendini kaybetti. Bağırır gibi: - Ya… Ya karısı? Çocuklar o âna kadar yumuşak sesle konuşan adamın birden bağırır gibi konuşmasına şaşırmışlardı. Sesinin tonu değişen yabancıya yeniden korkuyla baktılar. Büyük çocuk fısıldadı. - Geçen Cuma günü Gelingüllü’deki Eyüp Hoca’yla evlendirdiler, kocaya gitti. Hızla kalktı. Her şey tükenmiş, kafasındaki bütün iplerin ucu düğümlenmiş. Tepeyi yeniden tırmanmaya başladı. Geldiği yola yeniden vurdu kendini. Yürüdükçe yönünü değiştirdi. Sola doğru, sırtın diz boyu çamuruna bata çıka, alıç ağaçlarının dibinden Kanak çayına doğru yürüdü. Günlerce omzunda taşıdığı torbayı, ayağında kilolarca ağırlık yapan çamurları hissetmiyordu. Gevşeyip çözülen çarık bağlarını görmüyordu. Çocuklar durmadan konuşuyordu. Sanki yanında onunla birlikte yürüyorlardı. Sağdaki alıç korusunun hemen dibindeki iki yıl önce hasat yaptığı tarlası sisler altındaydı. Kıraçlaşmış, üstünde otlar bitmişti. O yana döndü. Tarladan geriye yalnız sınır tümsekleri kalmıştı, hepsi birbirine karışmıştı. Irgatlıkta, çiftte çocukken, yeni yetmeyken emmilerine azık getirdiği tarla. Dal boyu iki emmisi onu yarı yolda omuzlarına alırlardı. Yine çift süren emmilerine azık getirmişti. O gün azık bohçasını açtırmadılar. Çifttin demirini toprağa gömmüşlerdi, köye dönerlerken şu iri alıcın on adım önüne. “Evimize mukayyet ol Abdurrahman” demişlerdi. Ekini ekemeden gittiler, gidiş o gidiş, Balkan, Trablus… İki sınırın kesiştiği yere oturdu. Aynı tarlada hasat yapıyordu. Evlenmişti. Şimdi azığı oğlu getiriyordu. Bütün tarlaları işleyemediği için, tohum ve yeygiye yeten, bu köyün bütün sessizliği, bütün bunaltıcılığı bu tarladaydı. Azık bekliyordu. Birden alıçların arasından Dursun çıkmıştı. Yaka bağır açık, cepkeni boydan yırtık. Güya ona yardıma gelmişti. Yolda ağanın azaplarıyla kavga etmişti. Abdurrahman’a anasını emanet edip, Ali Ağa’yı vuracaktı. Dursun her zamanki gibi yüksek perdeden konuşuyordu. Azık gelinceye kadar alıçların altında yattılar. Birbirlerine Yemen’i Çanakkale’yi anlattılar yeniden. Arada bir kavga ettiler. “Bu dürzüyü vuracağım” diyordu Dursun. Ben Yemen’de vuruşurken, bu, bedel verip gitmedi. Üstelik sevdiğim kızı, parayı basıp elimden aldı. Tarlama benimdir diye çift koştu. Abdurrahman: “İstida verip dava açalım” dedikçe Dursun: “Ortada mahkeme mi var Abtdurrahman, kanun bu” diyordu belindeki Karadağ tabancayı gösterip. Oğlu Mehmet azığı getirmişti. Yemeklerini yerken Dursun, Mehmet’e: - Yiğen köyde ne var, ne yok, ölen yiten, kaçan göçen? Mehmet sıradan bir şeyler söylüyor gibi: - Jandarmalar top-tüfek resmi olan bir kağıt asmışlar caminin kapısına, imam asasıynan, çiftçi mesesiynen diyormuş. Ben gelirken Emine bibi ağlıyordu. İkisinin de ellerinden banaklar düşmüştü. Göz göze gelmişlerdi. Dursun küfretmeye başlamıştı. - Ulan yetmezmi daha. Anamızı ağlattınız yedi cephede. Ortada ne kaldı da yeniden seferberlik istiyorsunuz. Yemin olsun, düşman Akören’e gelinceye kadar parmağımı oynatmam. Dursun’u sakinleştirmek için ne diller dökmüş, hatta hakaret etmişti. Dursun: - Tarlamı elimden aldı Ali Ağa için mi döğüşeceğim, diyordu. “Düvel-i Muazzamaya güç yetmez, aklını başına al Abdurrahman” Toprak, yurt, yuva, eş, çocuk istiyordu. Sonunda: - Bak Abdurrahman, senin aklına uyar da savaşa gider, sağ döner, sonra Ali Ağa’ya azap durursam… Çulu palayı yeyip, aç bilaç kalırsam, vebali günahı senindir. O zaman seninle keçileri seçeriz, bunu bilmiş olasın.” Diyerek eve dönmüş, asker torbalarını hazırlamışlardı. İkinci defa savaşa giderken görevini yapmaya mecbur olduğunu hissediyordu. Dursun’un da kendisinin de köye sağ döneceğinden o kadar emin ki, Sakarya cehenneminde bile en küçük bir korku duymamıştı. Eli ayağı soğuktan uyuşuncaya kadar oturdu. İçi boşalmıştı. Evi, ailesi, oğlu Mehmet, karısı, Dursun, emmileri geçti gözünün önünden. “Bir hafta bekliyemedin ha, bir hafta!” diye karısına sokrandı. Emmilerinin karısı yoktu iyi ki. Birer çift demiri bırakmışlardı geriye. Bir de yeni yetme yeğenlerini… Ya kendisi… Kalktı, tekrar yürümeye başladı. Kestirmeden gidip kervan yoluna çıktı. Sık söğüt ağaçlarının arasından tarihi köprünün bir ucu görünüyordu. Dursun’a yalan çıkmıştı. Şimdi hakkında neler söylüyordu kim bilir? Azap durmasının, çocuğunun ölümünün, karısının dedesi yaşındaki adama kocaya varmasının suçlusu şimdi kendisi miydi? Onca dil dökerek savaşa gönderdiği arkadaşının gözünde bir hiçti belki de. Kısa dönemeci geçince köprüye vardı. Bir karar vermesi gerektiğini anlıyordu. Ne yapmalı? Köye dönmek. Bu ihtimali düşünmesiyle kafasından atması bir oldu. Başını alıp gitmeliydi. Hem künyesi de gelmişti, ölü bir adamdı artık. Karısı bayramdan bayrama da olsa baba evine geldiğinde karşılaşmayacak mıydı? Yok yere nikâhlı karısının başkasının olmasına kaç gün tahammül edecekti? İstanbul’a gitmeliyim. Mülâzım-ı evvel Orhan Bey “ Ne zaman istersen gel Abdurrahman” dememiş miydi? Kuzayden güneye doğru uzanan köprünün ortasındaki adam heykeli gibi korkuluklardan birine oturdu. Köprü çıkışında yol ikiye ayrılıyordu. Torbasını omzundan indirdi. Paşa şekerlerini avuç avuç Kanak’a atmaya başladı. “Alın balıklar, siz yiyin” der gibi. Sonra oğluna aldığı potinleri, karısına aldığı ibrişim kuşağı, kadife entariliği, elinde evirip çevirdi, “Bir hafta bekleyemedin namert” diye bağırdıktan sonra, pis bir şey tutuyormuş gibi elindekilerine tiksintiyle baktı. Dursun’a: “Bu sefer namusumuz ve çocuklarımız için döğüşeceğiz” demişti. Hınçla suya attı hepsini. Elini kaputun iç cebine sokup madalyasını çıkardı. Madalya kor gibi elini yakıyordu. Vatana ve vatanın namusuna karşı görevinin yaptığı için vermişlerdi. Sinirleri boşalmıştı. “Namus için ha…” diye söylendi. Elindeki madalyayı hırsla sıkmaya başladı. “Sen haklıydın Dursun” diye bağırıp, madalyayı Kanak’ın en derin yerine fırlattı. 13.02.2013 Sosyal Medyada Paylaş ![]() ![]() ![]() ![]()
YOZGAT GAZETESİ WEB SİTESİ Yayın başlangıcı Mart 2006
|